14 Aralık 2020 Pazartesi

BİR DAVA UĞRUNA


           

Tüm ışıklar sönmüşken, bir ışık yanıyordu evlerden birinde. Meryem Aksâ’yı yine uyku tutmamıştı…Kitaplığını karıştırıyordu. Annesinden ona tek miras olan kitaplığını…

Aslında bu miras, binlerce mirasa gebeydi Meryem için. Bu kitaplıktaki kitaplarla annesinin omuzladığı davayı omuzlamıştı. Annesinin altını çizdiği cümlelerle, aldığı notlarla, tuttuğu defterlerle… Ve belki de sayfalar arasında kurumuş gözyaşlarıyla… Bu kitaplık buram buram Filistin kokuyordu.

Meryem yine annesinin defterlerinden birini eline almıştı. Defterin üzerinde büyük harflerle ‘’Filistin’e yola çık!’’ yazıyordu. Acaba annesi bu deftere neler yazmıştı?

Heyecan ve merakla defterin kapağını açtı. İlk sayfada üzerinde ‘’Mavi Marmara’’ yazan kocaman bir gemi ve yaklaşık 9-10 sayfada ardı ardına yapıştırılmış fotoğraflar vardı. Altında isimler yazıyordu:

‘’ Uğur Süleyman Söylemez, Cevdet Kılıçlar, Necdet Yıldırım, İbrahim Bilgen, Fahri Yaldız, Çetin Topçuoğlu, Cengiz Songür, Cengiz Akyüz, Ali Haydar Bengi, Furkan Doğan…’’

Meryem iyice meraklanmıştı ki, şu satırları okurken biraz önce baktığı fotoğraflar film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden:

‘’ 31 Mayıs 2010-Gazze Özgürlük Filosu

Rota: Gazze-Ruh: Kudüs- Umut: Özgürlük

Bugün Akdeniz dil- din ve ırkları ayrı olmalarına rağmen tüm dünya halkının birliğine şahit oldu. Bu gün insanlık onurumuzu korumak adına, vicdanının sesini hala duyabilen ve adalete olan inancını koruyan kişiler için Filistin’in haklı davasını savunmak adına yerine getirilen bir ödeve şahit oldu. Şahitlik ve şehitliğin günüdür bugün. Bir milattır belki, kim bilir…Bir çığır, bir çağrı, bir çığlık…’’

Sayfaları çeviriyordu Meryem…Çevirdikçe bir hikayeye daha şahit oluyor ve gözyaşlarını tutamıyordu. Hıçkırarak devam etti okumaya:

‘’Sana yazacağım yüzlerce cümle var ama kelimelerim düğümleniyor. Korkuyorum baba…Kardeşlerimin gözlerindeki hüznü, annemin yüzündeki endişeyi gördükçe korkuyorum. Ama seni sonunda kaybetmek de olsa git baba. Bir yetimin gülümsemesi için, bir annenin duası için git baba. Geriye bir tek adın da dönse git…Senin kızın olmak çok ama çok güzel baba…’’

Bir baba, şehadet şerbetini kana kana içmeden evvel bu satırlarla nemlenmişti gözleri kim bilir. Ah, ne büyük saadetti.

Meryem’in hüzün gözyaşlarına mutluluk gözyaşları da eşlik etmiyor değildi.

Ezan sesiyle saatlerdir oturduğu sandalyeden kalktı.

Namazını kıldı ve ruhunun derinliklerine kök salan o isimleri dua dua yerleştirdi avuçlarına.

Kendini öyle kaptırmıştı ki Meryem… O defterin her satırını ezbere bilen babasının, onun okuduğu her cümleyi gözündeki yaşlarla kapının ardından tekrar edişini de duymamıştı, sabah evden çıkışını da…

Üzerindeki dinginlikle bir şeyler atıştırdı ve babasının yanına gitti.

Babası her zamanki gibi namazdan sonra caminin temizliğini yapmış, çiçekleri suluyordu. Ortancaları beraber suladılar, kedilere beraber süt verdiler ve sonra yaylanın temiz havasından nasiplenmek için yürüyüşe çıktılar.

Meryem hiç vakit kaybetmeden yeni öğrendiklerini de babasıyla paylaştı. Ve şöyle devam etti sözlerine:

‘’Babacığım, genç-yaşlı çoluk-çocuk demeden herkes o gemi için, yani Filistin için bir şeyler yapmış. Kimisi diktiği elbiseleri, ördüğü kazakları; kimisi çeyizini, küpesini, bileziğini hatta yüzüğünü…Kimisi zor günler için biriktirdiği parasını, kimisi de kefen parasını koymuş ortaya. Ama annemi olduğu gibi beni de en çok Yusuf adındaki minik bir çocuğun kafesteki kuşunu Filistin’de özgür bırakılmak üzere hediye edişi etkiledi. Sonra birçok hayal kurdum kendi kendime…Sence hayal etmek bir başlangıç mıdır baba?’’

Babası olduğu yerde eğildi, Meryem’in ellerini tuttu ve gözlerine bakarak: ‘’Aslında bütün güzel şeyler bir hayal ile başlar, hemdert’’ dedi ve gözyaşlarını saklayamadı kızından.

Birbirlerinin gözyaşlarını sildiler ve ilerideki bankta oturdular.

Meryem daha önce hiç duymadığı bir kelime duymuştu: hemdert…

Bu yüzden sessizliği ilk bozan o oldu:

‘’Baba, hemdert ne demek?’’

Belli ki Meryem annesinin tüm defterlerini henüz okumamıştı. Okusaydı ‘’hemdert’’ kelimesinin ‘’dert ortağı’’ anlamına geldiğini ve annesiyle babasının birbirlerine öyle hitap ettiklerini bilirdi. Dahası…’’Hayal etmek bir başlangıç mıdır?’’ diye sormazdı babasına.

‘’Kızım’’ dedi babası titreyen sesiyle…’’Bunları öğrenmene daha vakit var belli ki, ama en azından şu kadarını bilmeni istiyorum: Hemdert, dert ortağı demek…Biz annenle birbirimize böyle hitap ederdik. Çünkü onunla derdimiz, davamız birdi. Annenin üç büyük davası vardı, biri Filistin, diğeri sen ve ben yani yuvamız ve öteki de çocuklar... Hani sana aslında bütün güzel şeylerin bir hayal ile başlayacağını söylemiştim ya…İşte annenin Filistin’e gidişi de, çocuklar için gece gündüz çalışması da, benimle tanışması, seni Kudüs’e adayışı da bu cümle ile oldu. Ve hatta belki, şehit oluşu da… ‘’

Meryem yutkunamamıştı bir an. Zordu belki ama annesinin cennette olduğunu bilmek onuru tıpkı Mavi Marmara şehitlerinin ailelerini ayakta tuttuğu gibi, onu ve babasını da ayakta tutuyordu.

Çantasından defteri çıkardı. ‘’Baba’’ dedi, ‘’kaldığım yerden beraber devam edelim mi?’’

Onaylarcasına başını salladı babası. Sırada Mavi Marmara’nın en genç şehidi olan 19 yaşındaki Furkan Doğan’ın hikayesi vardı. Meryem okumaya devam etti:

‘’Şehadet şerbetine son saatler inşallah. Var mıdır acaba daha güzel bir şey? Varsa o da sadece annemdir. Ama ondan ben de emin değilim. Kıyasları çok zor…’’

Meryem’in gözyaşlarına daha fazla dayanamayan babası cebinden birkaç tane balon çıkardı.

Siyah, Kırmızı, Beyaz ve Yeşil… Filistin bayrağının renkleriydi bunlar. Hemen şişirdiler. Üzerine ise Mavi Marmara şehitlerinin isimlerini yazıp bıraktılar balonları… Onlar gökyüzünde süzülürken Meryem’in aklına şehitlerden birkaçının hayali geldi… Öyle ya Cengiz Akyüz beraberinde götürdüğü uçurtmalarla, Gazzeli çocuklara uçurtma şenliği yapmayı düşlüyordu.

Peki ya Fahri Yaldız… O da insani yardımın yanında, oradaki çocuklara oyun parkı yapmak istiyordu.

Büyük bir kararlılıkla babasının elini tutan Meryem ‘’Hadi baba’’ dedi, ‘’gidiyoruz…’’

‘’Madem aslında bütün güzel şeyler hayal etmekle başlar ve madem bizim tek dermanımız derdimiz… O zaman gidiyoruz.’’

O gün vurulan o geminin yalnızca madden vurulduğunu, aslında yoluna hala devam ettiğini gösterircesine hiç düşünmeden gittiler.

Gittiler ve nice çocuğun yüzündeki tebessüm, nice annenin avucundaki dua oldular.

Meryem Aksâ da artık annesinin kabul olmuş duasıydı.

Kendini Filistin’e adamış, güvercinini Filistin semalarında özgür bırakmıştı.

Ve biliyordu ki Meryem, bu davada haritası vahiy, kılavuzu Nebi, pusulası akıl, sermayesi iman, azığı amel ve yakıtı sevgi olan herkes kazanacaktı.

Tıpkı annesi gibi…

Tıpkı Mavi Marmara şehitleri gibi…



MELİKE SOSLU


*Bu yazım, Ocak 2021'de Deringi Gençlik Dergisi'nde yayınlanmıştır.


 


 


7 Aralık 2020 Pazartesi

 


Ne zaman kendimi özlesem, aklım kalbimi de alıp iki yıl öncesine gidiyor. İki yıl öncesindeki bir geceye…

Öyle bir gece ki, sabahında düşlerime boyandığım.

6 Aralık 2018…

23.00-00.00 saatleri, Perşembeyi Cumaya bağlayan bir geceydi ki, en büyük hayalime kavuşmuştum.

Havaalanından, kalacağımız hostele geçmek için bir araca binmiştik. O araçtan indiğim ânı asla tarif edemem; ayaklarım ilk kez bu kadar sağlam basıyordu yere.

Artık oradaydım, Kudüs’te...

Sonra hostele geçtik. Hostelin en güzel yanı da, manzarasının ‘altın kubbesiyle parlayan Kubbetüssahra' olmasıymış meğer. Tabi biz bunu bilmiyorduk. Hostelin sahibi bizi odamıza çıkarıyordu. Birden durdu ve Arapça bir şeyler söyledi bize. Yarım yamalak anlıyor olsak da eliyle işaret edince iyice anlamıştık neler söylemek istediğini. Başımızı kaldırınca o güzelliğe şahit olmanın verdiği heyecan ve huzuru anlatamam…

Artık her şey ve herkes susmuş, yalnızca Kubbetüssahra konuşuyordu. O heyecan ve sevinçle  yoldaşım Hüda ile birbirimize sımsıkı sarılmış, şükrediyorduk. Öylesine büyülenmiştik ki hostel sahibinin bizi beklediğini bile unutmuştuk.

Neyse ki odamıza geçmiştik. Sabah ezanına birkaç saat kalmıştı. Öyle ya, bir an önce uyumalı ve uyanmalıydık Cuma’nın sabahına. Peygamberlerin ayak bastığı o sokaklardan geçerek namaza gitmeli, o manzarayı daha yakından görmeliydik.

Ve işte o beklenen an gelmişti. Ezanın sesini arıyordu kulaklarım… Bir ‘Allahuekber’ nidasıyla açmak istiyordum gözlerimi… Ama beni uyandıran, daha önce hiç duymadığım bir ses olmuştu.

‘’Şimşekler yanıp söndü, şimşekler sönüp yandı;

Derindeki sarnıçta durgun sular uyandı.

Sağa sola sallanıp, dan, dan, dan, çaldı çanlar,

Durmadan çaldı çanlar, durmadan çaldı çanlar,

Sular ürperdi, eşya ürperdi, tunç ürperdi;

Çanlar, kocaman çanlar, korkunç korkuç ürperdi.

Gördüm ki, adım adım, gölge gölge keşişler.

Ebedi karanlığın mahzenine inmişler...’’

Peki ama bir Müslümanın kalbindeki ezan sesini kim dindirebilirdi ki?

Biz namaz için yola koyulmuştuk bile. Ve artık Kudüs sokaklarındaydık… Her köşesi Kubbetüssahra’ya çıkan o sokaklarda.

Geceden yağan yağmurun parıltısı iyice ihtişam katmıştı o güzel beldeye.

Gün doğmamıştı henüz, karanlıktı etraf ama altın kubbesiyle bizi selamlayan bir güneş vardı: Kubbetüssahra

Yasin sûresini fısıldıyordu kulaklarımıza… Ardından sûreden bir ayeti nakşediyordu yüreklerimize:

Kun feyekûn

(Bir şeyi istediğinde, O’nun buyruğu "ol!" demekten ibarettir; hemen oluverir.)

O ayetin de serinliğiyle, içime çektim havasını o güzel beldenin, ciğerlerime işleyinceye kadar.

Nihayet Kıble mescidindeydik. Nureddin Zengi’yi, Selahaddin Eyyubi’yi, II. Abdulhamid’i selamlıyor; bir fetih coşkusuyla kıyama duruyorduk.

Kıldığım en güzel sabah namazıydı…

Ve artık her köşesini sindire sindire gezmek vaktiydi.

Burada kediler bile sizinle bir şeyler konuşuyordu. Kuşlar, ağaçlar, duvarlar, her yer, her şey, herkes bir şeyler söylüyordu.

Ebu Hureyreler kedicikleri doyuruyor, ensarlar muhacirlere çay-kahve, hurma ikram ediyor, kuşlar özgürlük şarklıları mırıldanıyordu.         

 

 

(Devamı gelecek inşaAllah 😊)

 

 

MELİKE SOSLU

 

 

28 Eylül 2020 Pazartesi

MUĞLAK BİR DÜZENDEN MUTLAK BİR MESELEYE

Şairin ‘yolun yarısı eder’ dediği yaşta bile değilim henüz…

Yaşlandıkça ‘yaş’lanır ya insan hani… Bu ‘henüz’e rağmen yaşlandıkça yaşlananlardan, yaslandıkça paslananlardanım yalnızca.

Yirmi küsür yaşına en fazla kaç insan yüzü sığdırabilirse bir insan, o kadar sığdırmışlığım var.

O insan yüzlerinden hayli yorulanlardan ama bu yorgunlukla yoğrulanlardanım.

En yakın arkadaşım uçsuz bucaksız gökyüzü, bana mevsimlerden haber veren dostum odamın penceresinin baktığı ağaçlar, içimdeki sesi istediğim yere ulaştıran yardımcılarım ise dualarıma kanat çırpan kuşlar… Ve üstadın dediği gibi ‘’biricik meselem, Sonsuz'a varmak..’’

Şimdi bu mesele üzerinden bir tefekkür yapmak istiyorum. Çünkü aslında her insanın meselesi bu olmalı; Sonsuz’a varmak.

Fakat bu sonlu dünyayı sonsuz belleyen biz insanlar, meselenin aslını unuttuk. Aslımızı unuttuk.

Yaratıldığımızı, yaratıldığımız şeyi (toprağı) ve belki de yaratıcıyı unuttuk.

Emaneti, emanet edileni (bedenimizi) ve belki de emanet edeni unuttuk.

Unuttuk kâinatı… Kâinatın özü olan âdemi unuttuk…

Her sabah kapısına vurularak ‘’ölüm var ey Ömer, ölüm var’’ diye uyarılması için adam tutan Hz. Ömer’i okumayı unuttuk. Keza her an yarın ölecekmiş gibi yaşayan ashâb, yerini hiç ölmeyecekmişçesine, hesapsızca yaşayan bir insanlığa bıraktı.

Biz Allah’ın ilk emri olan ‘oku’mayı unuttuk.  Belki de yüreğimizin yalnızca bir ayet ve bir de hadise ihtiyacı vardı:

 ‘’Ağızların tadını kaçıran ölümü çokça hatırlayın.’’ (Tirmizi-2307)

‘’Her can ölümü tadacaktır.’’ (Enbiyâ-25)

Bu ayetler diğer ayetlerin anahtarı olacaktı bir bakıma. Yani aslında sadece bu ayetleri bile idrak edebilsek, evrendeki her şey, her hâl diğer ayetleri okuyacaktı bize.

Ölümle hatırlayacaktık incitmemeyi… Zira, Rabbimiz de ölümü andıktan sonra bir hesaplaşmadan bahsediyordu:

(Elbette sen öleceksin, onlar da ölecek. Sonra da kıyamet gününde rabbinizin huzurunda davalaşacaksınız.)

Ölümle hatırlayacaktık ölüm yokmuşçasına kaçtıklarımızın ve kaçışlarımızın faydasız olduğunu. Zira Allah öyle buyuruyordu:

(Onlara şunu söyle: "Ölümden veya öldürülmekten kaçsanız bile bu kaçış size bir fayda vermeyecektir. Kaçıp kurtulmanız halinde de bundan çok az faydalanabileceksiniz.’’)

Ve ölümle hatırlayacaktık hayatın toprağın üstünden çok altındakilerle var olduğunu. Zira öyle yazmıştı aşk risalesinde yedi güzel adamdan biri:

‘’Okuyorum hayatı

Toprağın üstünden çok

Altındakilerle var olduğunu

 

Toprak

Ölüme aç

Ölüme muhtaç

Hayat

 

Ölüm muhakkak

Ve ölüm mutlak

Tek kapısıdır ölümsüzlüğün

 

Ölümle tanıştıktan sonra anladım

Sadece bir kimlik belgesi olduğunu yaşamanın.’’                             

Evet ölüm hak ve ölüm mutlak tek kapısı ölümsüzlüğün…

Fakat Hakk’ın da buyurduğu gibi mahlukatın gaflet içinde yüz çevirdiği bir hak:

(İnsanların hesaba çekilecekleri gün iyice yaklaştı; halbuki onlar gaflet içinde haktan yüz çevirmektedirler.)


Melike SOSLU


*Bu yazım, Kasım 2020'de Deringi Gençlik Dergisi'nde yayınlanmıştır.

 

19 Eylül 2020 Cumartesi

BİR KUŞUN KANADINDA...


Yıkıntılar arasından yazıyorum…

Kapkaranlık bir yerdeyim; ne yana dönsem çıkmaz sokak.

Yumruk acısına benzer bir acıyla kıvranıyorum boylu boyuna…

Bir şeyler kemiriyor içimi…

Varmak istediğim yere varamadığımdan olsa gerek; sayıyorum yerimde öylece.

Aylardır aynı duvarlarda yankılanıyor sesim…

Aynı pencereden haykırıyorum gökyüzüne…

Geceleri aynı saatlerde yutkunamıyor, aynı seslerde kayboluyorum.

Aynı kabuslarla uyuyamıyor; aynı rüyalarla daldığım uykudan defalarca uyanıyorum.

Aynı çaresizlikle açıyorum ellerimi her vakit… Aynı şifayı dileniyorum usanmadan…

Kaç kez düşersem düşeyim, düşüşümün şiddeti ne kadar büyük olursa olsun yine de kalkıyor; defalarca kovulsam da hep aynı kapıya koşuyorum.

Öyle bir acı var ki içimde, tarif edemiyorum.

Bir şeyler yapmam gerekiyor ama yapamıyorum.

Uzanamıyorum, yetişemiyorum, gidemiyorum…

Bir ses ‘koş’ dese bana, ‘gel’ dese, kilometrelerce yolu yalınayak koşacak kadar güçlü; ama aynı sesin bir kelimesiyle dahi yere yığılacak kadar da güçsüzüm.

Bir şeyleri biliyor ama bilmiyorum.

Biliyorum, çünkü hissediyorum derinden. Bilmiyorum, çünkü anlayamıyorum, anlattıramıyorum.

‘Nasıl yani?’ dediğinizi duyar gibiyim…

Peki o halde… Siz hiç nedensiz bir şeye şahit oldunuz mu?

Sadece canınız istemediği için bir başka kimliğe büründünüz mü?

Bir zamanlar çok sevdiğiniz bir kuşu nedensizce sevmekten vazgeçtiniz mi?

Ya da o çok sevdiğiniz kuşu aç susuz bir başına bir kafese kapattınız mı?

Neler söylüyorum ben böyle… Evet biliyorum, siz de bu anlamsız sorulara cevap bulamadınız.

Bir insan neden böyle şeyler yapar ki… Hem de hiçbir nedeni, hiçbir açıklaması yokken.

Evet evet ben de sizinle aynı fikirdeyim. Her şeyin muhakkak bir nedeni vardır.

İşte bu yüzden bilmediklerimi, anlayamadıklarımı bir kenara bırakıyor, bildiklerime yani hissettiklerime yöneliyorum.

Çünkü hissettiklerimin arkasında beni mutlu eden cümleler var. Dualar var benim için edilmiş.

Sözler var benim için verilmiş, hayaller var benim için kurulmuş…

Sabahlara kadar hamdedişler var;  teheccütler var, şükür namazları var gözyaşıyla, huzurla eda edilmiş…

Bir yürek var yüreğimde gördüğüm. Bir dağ var tereddüt etmeden yaslandığım, dayandığım…

Ama en çok da gözyaşı var… Çaresizce bakan bakışlar, bir mecburiyetle tersine dönen cümleler, bir gitmek isteyiş ama gidemeyiş var.

Tüm bunların gölgesinde soluklanıyorum işte.

Soluğumun yetmediği yerlerde, yankılanan bir sese koşuyorum:

Hayyalel felâh… Haydi kurtuluşa, haydi iyileşmeye…

Bir dosta gidiyorum koşarak… Hatta tek dosta… Kurtuluşa gidiyorum, iyileşmeye…

Hem de her gün beş kere…

Niyet ediyorum huzuruna çıkmaya önce… İyileşmeye niyet ediyorum.

Sonra kaldırıyorum ellerimi, yüreğimden koparcasına çıkan bir nidayla; ALLAHUEKBER diyorum…

Sen birsin, teksin… Sahibimsin, sahibimizsin. Sana geldim.

Ardından sığınıyorum kovulmuş şeytanın şerrinden yine O’na… Ve O’nun adıyla bir duaya duruyorum en az 40 kez:

‘Hamd, ancak âlemlerin rabbi olan Sana mahsustur.

Rahmân ve rahîm… (Merhamet et, yüreğime bir inşirâh iliştir.)

Ödül ve ceza gününün tek hâkimisin Sen…

(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.

(Yardım et, hayırlı kapılar aç bize…)

Bizi dosdoğru yola ilet.

Nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da,  doğrudan sapmışların yoluna da değil!’

Hülasa, bir kez yıkılıyorsam bir günde; beş kez pansuman oluyorum.

Yüz kez yıkılıyorsam bir haftada; adı Cuma olan bir günde bayram ediyorum.

Milyonlarca kez yıkılıyorsam bir senede; adı Ramazan olan bir ayda inşirâh buluyorum.

Elim uzanamıyorsa sevdiklerime, yardımım dokunamıyorsa… Sevdiklerimin de sahibi olana koşuyorum.

Ve gözlerimi semaya dikip, dinleniyorum. Gökyüzünün mavi derinliklerinde bir kuşa ilişiyor gözüm… Kuşun kanadına birkaç dua iliştiriyor, bir yüreğe konması için uğurluyorum onu…

Ben ise bir ayetin gölgesinde; iliklerime kadar hissettiğim o acıyı gözyaşlarımla bir nefeste uğurluyorum kuşun ardı sıra:

''Doğrusu her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır.''


MELİKE SOSLU


15 Temmuz 2020 Çarşamba

ŞAHİTLİĞİN VE ŞEHİTLİĞİN DESTANI



Kapkaranlık bir geceydi.
Sanki hiç aydınlanmayacakmışçasına karanlık...
15 Temmuz 2016, saat 22.00
Ve Genelkurmay'da duyulan silah sesleri...
Bir helikopter yükseliyor karanlığın ortasından.
Silah sesleri gitgide artıyor.
İstanbul'da köprüler darbeci hainler tarafından kapatılıyor.
Dışarıda olanlar hiç beklemedikleri anda kurşunların kurbanı oluyorlar.
Sesler arttıkça yataklarından fırlayan halk, imanlarının verdiği kuvvetle, heybelerinde vatan millet sevgisiyle çıkıyorlar sokaklara; genç, yaşlı, çoluk çocuk demeden şehadete koşuyor herkes.
Henüz kimse, hiçbir şeyin farkında değil; hatta bu kalkışma girişiminde bulunan erler bile.
Evet, kiminin ne yaptığından haberi bile yok. Onlar da tatbikat için yataklarından kaldırılmış ve hain bir oyunun esiri olmuşlardı. Bilmiyorlardı vatana sahip çıkmak için yaptıkları askerlik görevlerinde bir gün vatanı bölmek için uğraşmaya çalıştırılacak görevi alacaklarını.
Halk da şaşkındı. Aradan geçen onca yıla rağmen, barış içinde yaşadığımız ülkemizde beklemediğimiz bir yerden hain bir saldırıya maruz kalmıştık.
Ya özgürlük ya zilletti bu hain saldırının sonu. Ama bu toprağın helal süt emmiş, yürekleri imanla beslenmiş evlatları zalimlere karşı istiklali ve istikbali için direnmişti. Elde bayrak, dilde tekbir ve minarelerden yükselen selalardı bizi bu demokrasi destanında şahit de yapan şehit de…
Kimimiz bir namlunun ucunda umutlarını, hayallerini, gençliğini bıraktı; kimimiz gözündeki yaşa ve yüreğindeki yangına rağmen tüm teslimiyetiyle bir evlat, bir eş, bir kardeş, bir baba…
İşte o koca yürekli, cesur insanlar onurlu ve dik duruşlarıyla bir destan yazdılar.
Her renkten, her görüşten insan o gece tek yürek oldu.
Bir olmayı, diri olmayı, dimdik olmayı öğrettiler bize ve siz gelecek nesillere, evlatlara, evlatlarımıza…
İşte bu destan onca yiğidin temiz ve asil kanıyla, şehadetiyle hayat buldu.
Sonra ne mi oldu?
Sonrasını bir şairin mısralarıyla nakşetmek istiyorum yüreklerinize:
‘’Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır,
Gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır…’’
 
MELİKE SOSLU


*Bu yazım, Temmuz 2023'te Genç Yazar'da yayınlanmıştır.

14 Haziran 2020 Pazar

YAŞAMAYA ÖLMEK, YAHUT ÖLMEYİ YAŞATMAK...


Bütün minarelerden aynı anda selaların yükseldiği, her yürekte ay yıldızın gölgelendiği, buruk ama bir o kadar da coşkulu bir gündü ki, kendi içimde bir yolculuğa çıkmaya niyet etmiştim.

O gün soluduğum hava beni tarihin kollarına itiyordu.

O gün işittiğim sesler yüreğimi en derininden titretiyor, bu sesleri bastırmanın yollarını aratıyordu bana.

Ve o gün anlamıştım ki, şahitlik şehitlikten zormuş.

Çünkü şehitlik, bilinçli bir ölümdür.

Şehitlik bir yok oluş değil, yeniden diriliştir.

Şehitlik bir özlem, bir hasret, bir vuslat…

Şehitlik bir kuş misali kanat çırpıp, en güzele varmak…

Şehitlik özgürlük,

Şehitlik ölümsüzlük…

Peki ya şahitlik ?

Şahitlik birkaç buğulu gözde kaybolmak,

Şahitlik birkaç çocuk sesinde yerle bir olmak,

Şahitlik dağlanan yüreklerle dağlanmak…

O halde heybem sağlam olmalıydı.

Şehitler nasıl ki birçok ayeti yaşatırcasına yaşıyorlardı, şahitler de öyle yapmalıydı…

Niyetimi edip, kararımı vermiştim.

Ve bir ayetle çıkmıştım yola:

‘’Kararını verdiğin zaman artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.’’

Bu yolculukta vahiy haritam, Nebi kılavuzum, akıl pusulam, iman sermayem, amel azığım, sevgi de yakıtım olacaktı.

Ben şehadet yolunun neferlerini tanımaya gidiyordum.

Şehadeti ömür boyu kuşananları, ölmeyi yaşayanları içimde yaşatmaya, belki de onlarla dirilmeye gidiyordum.

İlk durakta bir Yıldız…

‘’Her yolculuk, yeni bir dünyaya açılır.’’ diyor, bir Afganistan yolculuğunun cennete açılışıyla, hüzünlü bir veda cümlesiyle yürüyüp gidiyordu:

‘’Hoda Hafız Biraderani Mücahid!’’,

O gidiyor, bir ses yükseliyordu uzaklardan:

‘Metin, dur!’

‘Metin, dur!’

‘Metin, dur!’

Ardından silah sesleri, haykırışlar ve uçuşan güvercinler…

Koşuyor, koşuyordum.

Bir cami avlusuydu varışım. Bir taş, bir kan kırmızısı, bir hüzün…

O sesler susmuştu belki ama, Metin konuşuyordu hâlâ... 

Tıpkı bir sonraki durakta rastladığım, 16 kurşunla dirilen, dirildikçe dirilten bir özgürlük savaşçısının da dediği gibi:

‘’Zulüm kısmak istediği sesi nara yapar. Ve bazı ölüler, yaşayanlardan daha yüksek sesle konuşur.’’

Yüreğimin yükü ağırlaştıkça ağırlaşıyor, ‘’şehitler konuşur, şahitler susarmış meğer’’ diye mırıldanıyordum kendi kendime…

Filistin’in eşiğinde, yaşlı bir adama rastlıyordum.

Bir derdi vardı. Bir davası, bir şikayeti…

‘’Ey Allah’ım!’’ diyordu.

‘’Ümmetin suskunluğunu sana şikayet ediyorum!’’

Ve devam ediyordu haykırırcasına :

‘’Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helak olmuş ölüler!

Hala kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felaketler karşısında ?

Bir halk yok mu? Hiç mi kimse yok, ALLAH için ve ümmetin namusu için kızacak, şerefli direnişçilerken bizleri katil teröristler olarak ilan edenlere karşı duracak ?

Bu ümmet utanmaz mı, şerefi çiğnenirken, Siyonist katilleri ve uluslararası işbirlikçilerini görmezden gelirken?

Omuzlarımıza el verecek ve gözyaşlarımızı silecek bir bakış…’’

Bu seslenişle şahitliğime yüklenen sorumluluklar sanki daha da büyüyordu.

Bu şikayet ‘’Selahaddin yok diye KUDÜS yetim kalamaz!’’ dedirtiyordu bana.

Bu dua, duayı edene rastlamadan evvelki mırıldanışımı haklı çıkartıyordu adeta.

Ve son durak…

Son durakta bir genç, beni bir soruyla baş başa bırakıyor, zaman duruyor, kelimeler boğazımda düğümleniyordu…

‘’Şehadet mi, annem mi?’’

Şimdi nasıl dönmeliydi bu yolculuktan ?

MELİKE SOSLU


*Bu yazım, Erzurum-Atatürk Üniversitesi'nin katkıları ile çıkan FARUK Dergisi'nin 1.sayısında yayınlanmıştır.


29 Mayıs 2020 Cuma

HAMD

Bugün 70 günlük hasret bitiyor.
Ezanların hüznü dinmiş, hava gülümsüyor yüzümüze.
Selâlar bir başka selamlıyor bugün Hâbibullah'ı...
Bir "Vel Hamdü Lillahi Rabbil Alemin!" ki, yüreklerimizi titretiyor.
Şairin dediği gibi;
"Gök nûra garkolur nice yüzbin minâreden
Ervâh, cümleten görür Allâhüekber'i
Akseyleyince arşa Lisan-ı Muhammedî..."

Bugün, bayramımıza kavuştuğumuz gün...
Bugün, bir çağın kapanıp bir çağın açıldığı bir başka fetih...
Bugün Şehr-i İstanbul'dan zırhları "Lâ ilahe illallah" olan erlerin sesleri yükseliyor.
Bugün Ayasofya " İnnâ fetahnâ leke fethan mubîna" diye inliyor...
Bugün Endülüs’te, Elhamra'nın duvarlarından daha çok yankılanıyor o ses :
"ALLAH'TAN BAŞKA GALİP YOKTUR."
Filistin bugün sanki özgürlük şarkıları söylüyor.
Kıyama kalkmış insanlık yeniden...
Yeniden bir Allâhüekber nidasıyla aynı anda, aynı menzile varıyor milyonlar...
Renk ya da taş tuğla, saz ya da kelime ve ses; oluyor hepsi bir..

Ve bugün salât ile selâma duruyor kalbim ve dilim.
"Allah hû" nağmesi dolaşıyor kanımda, damarımda...
Yüreğime nakış nakış işlediğim bir kelime;
Hamd
Hamd
Hamd
...

MELİKE SOSLU

25 Mayıs 2020 Pazartesi

HÂLETİRÛHİYE

Bazen yüreğimden bir şelalenin şiddetle akışı gibi akıyor kelimeler...
Bazense bir şey kapatıyor kelimelerimin önünü...Şu an olduğu gibi yazıp yazıp siliyor, bazen karalıyor, bazense yazdığım sayfayı paramparça ediyorum.
Yüreğimde bir kış ki, sanki hiç yazı yokmuş gibi.
Bir çıkmaz ki, sanki en derinlerime işlemiş gibi...
Harflerin her biri sıra sıra boğazıma diziliyor.
Sırtımda kocaman bir yükle, yalnızca etrafı seyrediyorum.
Bayrammış bugün.
Bayram; kökeni 'neşe, huzur, mutluluk, sükun' olan bir kelime...
Peki ama neşesi yağmalanmış bir bayrama nasıl bayram denir ki?
Henüz yorganı atamamışken üzerimden,dışarıdaki fırtına yüreğimdekileri savururken şiddetle, düşünceler beynimi kemirirken, nasıl...?
Öksüz bir bayram bu bayram.
Bu bayram 'ah nerede o eski bayramlar...'diye eskiyi özlerken ki içlenişimizi bile özleten bir bayram.
Bu bayram teravihsiz,selasız, camisiz, cemaatsiz mahzun bir Ramazan'ın bayramı...
Herkeste bir burukluk var.
Ama benimki, çetin bir kıştan kalma burukluk...
Beni hala o kışta, o kıyamette bırakan...
Evet insanları evlere hapseden burukluk,beni çoktandır yüreğime hapsetmişti.
Ben bir kafeste çırpınıp duran kuş misali, bir avuç yeme hasret...
Ben nereye uçtuysa, kime uçtuysa kanatları kırılan bir kuş...Tüyleri tek tek yolunan.
Ve ben  haddizâtında ,99 ismin gölgesinden gayrı soluklanacak yeri olmayan hâneharâbım.
El-Kâbıd olanın, daralttıkça daralan yüreğimi El-Bâsıt ismiyle genişleteceğini ummaktan gayrı ümidi olmayan...
Herkesin uyuduğu bir vakitte, seccademin üzerine damlayan yaşlar ve dindirmeye çalıştığım hıçkırıklar dışında her şeyin sustuğu o ıssız vakitte 'Es-Semi' ismiyle yalvaran,  'El-Âlim' ismiyle gözyaşlarını çoğaltan...Lakin içime nakşetmeye çalıştığım'Veli Rabbike Fasbir' ayetiyle durulan...
Ben, ince düşündükçe incinen yüreğimi 'El-Lâtif' olana teslim eden...
Ben, 'El-Veliyy' olanın dostluğundan öte dostluk tanımayan...
Ve ben, 'El-Kerim' olanın 'Kun Fe Yekûn'  emrine susayan, yolunu şaşırmış, nereye gideceğini bilmeyen ama içi çok uzaklarda olan dilhûnum.
Kalbimin, Allah'a sığınmaktan başka hiçbir şey gelmez elinden...Allah'a sığınmanın elinden gelenlerin en güçlüsü olduğunu bile bile bazen yıkılıverir...
Şimdi olduğu gibi.
Artık yeşerecek bir bahçem kalmadı bu dünyada. Soldu tüm çiçeklerim. 
Kuş kaçtı kafesten, tüyleri saçıldı etrafa...
Ey düştükçe kaldıran, soldukça yeşerten;
beni Sana kavuştur.
Yeşert...
Yine yeniden nakşet bana beni...

MELİKE SOSLU

27 Nisan 2020 Pazartesi

IZDIRÂBAT

Yüreğimdeki âh dua dua gözyaşı olup seccadeye düşse şimdi...
Rahmet kapılarının sonsuza kadar açık olduğu,kitaplar kitâbının indiği,bizi birazcık da olsa oruç gibi bir nimet sayesinde dünyadan uzaklaştıran bu ayda...
Bir teheccüdlük ağlayıversem tek vekilin, tek velinin huzurunda...
Bir inşirâhlık su serpilir mi yüreğime dersin?
Âh...
Belki de âh derken sızlayan yüreğimdir beni farkında olmadan uzaklaştığıma yakınlaştıran.
Belki de bir yürek sızısıdır inşirâh.
Bilmem ki nemdir dert dediğim bu haslet benim.
Bir Meryem yalvarışıyla namaz sonrası yapılan bir mülahaza mıdır dersin?
Hani o Meryem ki, "Yâ Rabbi" deyip yeri göğü inleten.
O Meryem ki, "Bu dert bana iyice dokundu, Sen merhametlilerin enn merhametlisisin" diyen yüreğini Rabbinin huzuruna seren.
Bir Yusuf haykırışı mıdır bu dert? 
Bir kuyuya hapsolmuş "ALLAH" nidası mıdır yoksa?
Benim âhım bir Eyüp âhı mıdır ey dost?
Hangi yaramın sabırsızlığıdır bu sızlayan?
Ne yapmalı söylesene...
Hangi duayı etmeli Meryemce bir duruş için,hangi tavrı kuşanmalı Yusufça bir yükseliş için,hangi sabrı takmalı göğsümüze muska gibi,Eyüpce bir kurtuluş için?

MELİKE SOSLU 

20 Mart 2020 Cuma

BİR BURUKLUK, BİR HÜZÜN...




Bu gece sabaha kadar uyuyamadım. Aldığı nefes saplanır mı insanın ciğerine, inanın saplandı. 
Selâsız bir Cumaya uyanacağımız gerçeği en derininden sarsıyordu kalbimi.Ne uyumak istiyordum, ne uyanmak...
Bu bir tedbirdi belki, evet...Yapılması zorunlu olan bir şeydi...Ama şüphesiz yaşadıklarımız bizim yüzümüzdendi.
Rehberimiz, yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'de geçen âyetlerde de işaret edildiği üzere yüce Allah insanlara hem peygamberler göndererek hem de onları akıl ve basiret gibi yüksek melekelerle donatarak doğru yolu bulmaları için gerekli olan imkânları bahşetmiştir. Buna rağmen yanlış yolda ısrar edenler, artık kendilerine –başkası değil– yine kendileri kötülük etmiş olurlar. 
("Gerçek şu ki Allah insanlara zerrece kötülük etmez, fakat insanlar kendilerine kötülük ediyorlar." (Yûnus-44)) 
Şûra Sûresi 30. ayette ise insanın başına gelen her musibetin kendi yapıp ettikleri yüzünden olduğu belirtilirken, gerek evrendeki fiziksel ve sosyal yasaları görmezden gelmesi ve gerekli önlemleri almaması, gerekse Allah’a isyan teşkil eden davranışlarda bulunması sebebiyle dünyada karşılaştığı sıkıntı, acı ve felâketlerin kendi kusurunun bir sonucu olduğuna dikkat etmesi istenmektedir. Fakat başka âyetlerde hatırlatıldığı üzere bütün insanlar kusurlarının tamamından dolayı dünyada bire bir cezalandırılmış olsa dünya altüst olurdu; işte âyetin devamında yüce Allah’ın bunların birçoğunu affettiği, başka bazı âyetlerde de nihaî hüküm ve cezanın âhirete ertelendiği ifade edilmiştir. ("Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.") 
Evet, çağın karanlığı iyice hapsediyordu bizi içerisine. Kayboldukça kayboluyorduk. Her Cuma hasretle beklediğim o sesi ilk kez işitmeyecektim.Bir kabusun içinde olmalıydım.
Bir yanda duyduğum vefat haberleri... Artan vaka sayıları... Bozulan düzenler... Öte yanda bu salgın olmadan evvel başımıza gelen felaketler... Şöyle dönüp bir bakınca yaşananlara, aşikâr olan tek bir şey vardı ki, biz İslâmın bize verdiği en önemli ödevi unutmuştuk. Kur'an'da yüzlerce yerde geçen o ödevi... Düşünme ödevini...
Bir düşünelim... 
Rabbimizin bize lutfettiği nimetlere bir bakalım. Ellerimiz iki yana düşüyor öyle değil mi? Mahcubuz,aciziz,fakiriz. Bir de bizim şükrümüze bakalım... Ne kadar şükrediyoruz, neler yapıyoruz? 
O muaazzam yaratılışımızdan, yediğimiz içtiğimiz her türlü şeye kadar hepsi kocaman birer nimet. 
Hangi birini saymalı? 
Akıl fikir ermez ki sırr-ı subhana... 
Bizler bunca nimetin içinde kendi benliğimizden sıyrılırken yavaş yavaş... Görmezden geldiğimiz şeylere de bir bakalım. 
Kıyıya vuran çocuk cesetlerinin sızlayışına, çöpten ekmek toplayan annenin yürek acısına, evine ekmek götüremeyip intihar eden babanın kahır gözyaşlarına, evinden, yurdundan sürülen, ailesinden koparılan yüzbinlerin iniltisine bir kulak verelim. Afrika'da, Yemen'de açlıktan ölen insanlara rağmen , yaptığımız israflara bir göz gezdirelim. 
Müslüman olan iki tarafın tekbir getirerek birbirini katletmesindeki sebep nedir, çok su içiyor diye binlerce deveyi katledenleri medenileştiren nedir, idrak edelim. 
Ve bizi korkutan nedir, en son bu sorunun gölgesinde soluklanalım.
Korktuğumuz şey nedir, neden korkuyoruz? 
Ölümünün nasıl olacağından, son nefesinde iman taşıyıp taşımayacağından, amel defterinden korkan bir neslin torunları ne vakit yerini sadece 'ölmekten' korkanlara, dünyaya böylesine meyledenlere bıraktı?
Bizler zaten çoktandır ölüm uykularındayız. 
İstiklal şairimizin de "UYAN" diyerek bizleri uyandırmaya çalıştığı ölüm uykusunda... 
"Dehşet-i mâziyi getir yâdına..." diyor ve adeta bugünün ahvalinden haber veriyor bize:
'Karşı durulmaz, cereyan sîne-çâk...
Varsa duranlar olur elbet helâk.
Dalgaların anlamadan seyrini,
Göz göre girdâba nedir inhimâk?'
Dalgaların anlamadık seyrini..Varsa duranlar, olur elbet helâk... 
Uyanmak vakti gelmedi mi artık? 
Kıyama kalkmak, secdeye kapanmak, dua dua yalvarmak, şükretmek, ibret almak vakti gelmedi mi? 
Geldi de geçiyor bile...
Kendi elimizle yapıp ettikilerimizi yalnız kendimiz düzeltebiliriz. Tüm yaşananlar birer uyarıdır bize. 
Bizler aynı secdede; sıklaştırdığımız saflarda;yüzlerin, binlerin, milyonların kıyama kalkışında, secdeye varışındaki o eşsiz tınıda;kapılar açan bir duânın, bir sûrenin, Kur'an'ın kalbinin okunması ardından yükselen 'amin' nidalarıyla güçlüyüz. 
Gelin tüm bu nimetlerin farkına varalım. 
Bu hastalık gelmeden evvel bir aşı vardıysa bizi koruyacak olan, o da düşünmekti. 
Yine şimdi bu hastalık zuhur etmişken, bizi iyileştirecek tek ilaç var;düşünmek... 
Rabbimizin yüzlerce kez tekrarladığı, bizi sürekli yönlendirdiği bu görevi hakkıyla yerine getirmeli... Almamız gereken dersleri almalı ve tüm bunları O'nun izniyle atlattıktan sonra namazımız başta olmak üzere bütün nimetlere sıkıca sarılmalı... 

MELİKE SOSLU 

MEHMET ÂKİF'E MEKTUP

  Erzurum,20.12.2023   Pek Muhterem Milli Şairimiz, Her ne kadar yıllardır sizin şiirlerinizle hemhâl olup, âdeta sizinle konuşuyormuş...