14 Aralık 2020 Pazartesi

BİR DAVA UĞRUNA


           

Tüm ışıklar sönmüşken, bir ışık yanıyordu evlerden birinde. Meryem Aksâ’yı yine uyku tutmamıştı…Kitaplığını karıştırıyordu. Annesinden ona tek miras olan kitaplığını…

Aslında bu miras, binlerce mirasa gebeydi Meryem için. Bu kitaplıktaki kitaplarla annesinin omuzladığı davayı omuzlamıştı. Annesinin altını çizdiği cümlelerle, aldığı notlarla, tuttuğu defterlerle… Ve belki de sayfalar arasında kurumuş gözyaşlarıyla… Bu kitaplık buram buram Filistin kokuyordu.

Meryem yine annesinin defterlerinden birini eline almıştı. Defterin üzerinde büyük harflerle ‘’Filistin’e yola çık!’’ yazıyordu. Acaba annesi bu deftere neler yazmıştı?

Heyecan ve merakla defterin kapağını açtı. İlk sayfada üzerinde ‘’Mavi Marmara’’ yazan kocaman bir gemi ve yaklaşık 9-10 sayfada ardı ardına yapıştırılmış fotoğraflar vardı. Altında isimler yazıyordu:

‘’ Uğur Süleyman Söylemez, Cevdet Kılıçlar, Necdet Yıldırım, İbrahim Bilgen, Fahri Yaldız, Çetin Topçuoğlu, Cengiz Songür, Cengiz Akyüz, Ali Haydar Bengi, Furkan Doğan…’’

Meryem iyice meraklanmıştı ki, şu satırları okurken biraz önce baktığı fotoğraflar film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden:

‘’ 31 Mayıs 2010-Gazze Özgürlük Filosu

Rota: Gazze-Ruh: Kudüs- Umut: Özgürlük

Bugün Akdeniz dil- din ve ırkları ayrı olmalarına rağmen tüm dünya halkının birliğine şahit oldu. Bu gün insanlık onurumuzu korumak adına, vicdanının sesini hala duyabilen ve adalete olan inancını koruyan kişiler için Filistin’in haklı davasını savunmak adına yerine getirilen bir ödeve şahit oldu. Şahitlik ve şehitliğin günüdür bugün. Bir milattır belki, kim bilir…Bir çığır, bir çağrı, bir çığlık…’’

Sayfaları çeviriyordu Meryem…Çevirdikçe bir hikayeye daha şahit oluyor ve gözyaşlarını tutamıyordu. Hıçkırarak devam etti okumaya:

‘’Sana yazacağım yüzlerce cümle var ama kelimelerim düğümleniyor. Korkuyorum baba…Kardeşlerimin gözlerindeki hüznü, annemin yüzündeki endişeyi gördükçe korkuyorum. Ama seni sonunda kaybetmek de olsa git baba. Bir yetimin gülümsemesi için, bir annenin duası için git baba. Geriye bir tek adın da dönse git…Senin kızın olmak çok ama çok güzel baba…’’

Bir baba, şehadet şerbetini kana kana içmeden evvel bu satırlarla nemlenmişti gözleri kim bilir. Ah, ne büyük saadetti.

Meryem’in hüzün gözyaşlarına mutluluk gözyaşları da eşlik etmiyor değildi.

Ezan sesiyle saatlerdir oturduğu sandalyeden kalktı.

Namazını kıldı ve ruhunun derinliklerine kök salan o isimleri dua dua yerleştirdi avuçlarına.

Kendini öyle kaptırmıştı ki Meryem… O defterin her satırını ezbere bilen babasının, onun okuduğu her cümleyi gözündeki yaşlarla kapının ardından tekrar edişini de duymamıştı, sabah evden çıkışını da…

Üzerindeki dinginlikle bir şeyler atıştırdı ve babasının yanına gitti.

Babası her zamanki gibi namazdan sonra caminin temizliğini yapmış, çiçekleri suluyordu. Ortancaları beraber suladılar, kedilere beraber süt verdiler ve sonra yaylanın temiz havasından nasiplenmek için yürüyüşe çıktılar.

Meryem hiç vakit kaybetmeden yeni öğrendiklerini de babasıyla paylaştı. Ve şöyle devam etti sözlerine:

‘’Babacığım, genç-yaşlı çoluk-çocuk demeden herkes o gemi için, yani Filistin için bir şeyler yapmış. Kimisi diktiği elbiseleri, ördüğü kazakları; kimisi çeyizini, küpesini, bileziğini hatta yüzüğünü…Kimisi zor günler için biriktirdiği parasını, kimisi de kefen parasını koymuş ortaya. Ama annemi olduğu gibi beni de en çok Yusuf adındaki minik bir çocuğun kafesteki kuşunu Filistin’de özgür bırakılmak üzere hediye edişi etkiledi. Sonra birçok hayal kurdum kendi kendime…Sence hayal etmek bir başlangıç mıdır baba?’’

Babası olduğu yerde eğildi, Meryem’in ellerini tuttu ve gözlerine bakarak: ‘’Aslında bütün güzel şeyler bir hayal ile başlar, hemdert’’ dedi ve gözyaşlarını saklayamadı kızından.

Birbirlerinin gözyaşlarını sildiler ve ilerideki bankta oturdular.

Meryem daha önce hiç duymadığı bir kelime duymuştu: hemdert…

Bu yüzden sessizliği ilk bozan o oldu:

‘’Baba, hemdert ne demek?’’

Belli ki Meryem annesinin tüm defterlerini henüz okumamıştı. Okusaydı ‘’hemdert’’ kelimesinin ‘’dert ortağı’’ anlamına geldiğini ve annesiyle babasının birbirlerine öyle hitap ettiklerini bilirdi. Dahası…’’Hayal etmek bir başlangıç mıdır?’’ diye sormazdı babasına.

‘’Kızım’’ dedi babası titreyen sesiyle…’’Bunları öğrenmene daha vakit var belli ki, ama en azından şu kadarını bilmeni istiyorum: Hemdert, dert ortağı demek…Biz annenle birbirimize böyle hitap ederdik. Çünkü onunla derdimiz, davamız birdi. Annenin üç büyük davası vardı, biri Filistin, diğeri sen ve ben yani yuvamız ve öteki de çocuklar... Hani sana aslında bütün güzel şeylerin bir hayal ile başlayacağını söylemiştim ya…İşte annenin Filistin’e gidişi de, çocuklar için gece gündüz çalışması da, benimle tanışması, seni Kudüs’e adayışı da bu cümle ile oldu. Ve hatta belki, şehit oluşu da… ‘’

Meryem yutkunamamıştı bir an. Zordu belki ama annesinin cennette olduğunu bilmek onuru tıpkı Mavi Marmara şehitlerinin ailelerini ayakta tuttuğu gibi, onu ve babasını da ayakta tutuyordu.

Çantasından defteri çıkardı. ‘’Baba’’ dedi, ‘’kaldığım yerden beraber devam edelim mi?’’

Onaylarcasına başını salladı babası. Sırada Mavi Marmara’nın en genç şehidi olan 19 yaşındaki Furkan Doğan’ın hikayesi vardı. Meryem okumaya devam etti:

‘’Şehadet şerbetine son saatler inşallah. Var mıdır acaba daha güzel bir şey? Varsa o da sadece annemdir. Ama ondan ben de emin değilim. Kıyasları çok zor…’’

Meryem’in gözyaşlarına daha fazla dayanamayan babası cebinden birkaç tane balon çıkardı.

Siyah, Kırmızı, Beyaz ve Yeşil… Filistin bayrağının renkleriydi bunlar. Hemen şişirdiler. Üzerine ise Mavi Marmara şehitlerinin isimlerini yazıp bıraktılar balonları… Onlar gökyüzünde süzülürken Meryem’in aklına şehitlerden birkaçının hayali geldi… Öyle ya Cengiz Akyüz beraberinde götürdüğü uçurtmalarla, Gazzeli çocuklara uçurtma şenliği yapmayı düşlüyordu.

Peki ya Fahri Yaldız… O da insani yardımın yanında, oradaki çocuklara oyun parkı yapmak istiyordu.

Büyük bir kararlılıkla babasının elini tutan Meryem ‘’Hadi baba’’ dedi, ‘’gidiyoruz…’’

‘’Madem aslında bütün güzel şeyler hayal etmekle başlar ve madem bizim tek dermanımız derdimiz… O zaman gidiyoruz.’’

O gün vurulan o geminin yalnızca madden vurulduğunu, aslında yoluna hala devam ettiğini gösterircesine hiç düşünmeden gittiler.

Gittiler ve nice çocuğun yüzündeki tebessüm, nice annenin avucundaki dua oldular.

Meryem Aksâ da artık annesinin kabul olmuş duasıydı.

Kendini Filistin’e adamış, güvercinini Filistin semalarında özgür bırakmıştı.

Ve biliyordu ki Meryem, bu davada haritası vahiy, kılavuzu Nebi, pusulası akıl, sermayesi iman, azığı amel ve yakıtı sevgi olan herkes kazanacaktı.

Tıpkı annesi gibi…

Tıpkı Mavi Marmara şehitleri gibi…



MELİKE SOSLU


*Bu yazım, Ocak 2021'de Deringi Gençlik Dergisi'nde yayınlanmıştır.


 


 


7 Aralık 2020 Pazartesi

 


Ne zaman kendimi özlesem, aklım kalbimi de alıp iki yıl öncesine gidiyor. İki yıl öncesindeki bir geceye…

Öyle bir gece ki, sabahında düşlerime boyandığım.

6 Aralık 2018…

23.00-00.00 saatleri, Perşembeyi Cumaya bağlayan bir geceydi ki, en büyük hayalime kavuşmuştum.

Havaalanından, kalacağımız hostele geçmek için bir araca binmiştik. O araçtan indiğim ânı asla tarif edemem; ayaklarım ilk kez bu kadar sağlam basıyordu yere.

Artık oradaydım, Kudüs’te...

Sonra hostele geçtik. Hostelin en güzel yanı da, manzarasının ‘altın kubbesiyle parlayan Kubbetüssahra' olmasıymış meğer. Tabi biz bunu bilmiyorduk. Hostelin sahibi bizi odamıza çıkarıyordu. Birden durdu ve Arapça bir şeyler söyledi bize. Yarım yamalak anlıyor olsak da eliyle işaret edince iyice anlamıştık neler söylemek istediğini. Başımızı kaldırınca o güzelliğe şahit olmanın verdiği heyecan ve huzuru anlatamam…

Artık her şey ve herkes susmuş, yalnızca Kubbetüssahra konuşuyordu. O heyecan ve sevinçle  yoldaşım Hüda ile birbirimize sımsıkı sarılmış, şükrediyorduk. Öylesine büyülenmiştik ki hostel sahibinin bizi beklediğini bile unutmuştuk.

Neyse ki odamıza geçmiştik. Sabah ezanına birkaç saat kalmıştı. Öyle ya, bir an önce uyumalı ve uyanmalıydık Cuma’nın sabahına. Peygamberlerin ayak bastığı o sokaklardan geçerek namaza gitmeli, o manzarayı daha yakından görmeliydik.

Ve işte o beklenen an gelmişti. Ezanın sesini arıyordu kulaklarım… Bir ‘Allahuekber’ nidasıyla açmak istiyordum gözlerimi… Ama beni uyandıran, daha önce hiç duymadığım bir ses olmuştu.

‘’Şimşekler yanıp söndü, şimşekler sönüp yandı;

Derindeki sarnıçta durgun sular uyandı.

Sağa sola sallanıp, dan, dan, dan, çaldı çanlar,

Durmadan çaldı çanlar, durmadan çaldı çanlar,

Sular ürperdi, eşya ürperdi, tunç ürperdi;

Çanlar, kocaman çanlar, korkunç korkuç ürperdi.

Gördüm ki, adım adım, gölge gölge keşişler.

Ebedi karanlığın mahzenine inmişler...’’

Peki ama bir Müslümanın kalbindeki ezan sesini kim dindirebilirdi ki?

Biz namaz için yola koyulmuştuk bile. Ve artık Kudüs sokaklarındaydık… Her köşesi Kubbetüssahra’ya çıkan o sokaklarda.

Geceden yağan yağmurun parıltısı iyice ihtişam katmıştı o güzel beldeye.

Gün doğmamıştı henüz, karanlıktı etraf ama altın kubbesiyle bizi selamlayan bir güneş vardı: Kubbetüssahra

Yasin sûresini fısıldıyordu kulaklarımıza… Ardından sûreden bir ayeti nakşediyordu yüreklerimize:

Kun feyekûn

(Bir şeyi istediğinde, O’nun buyruğu "ol!" demekten ibarettir; hemen oluverir.)

O ayetin de serinliğiyle, içime çektim havasını o güzel beldenin, ciğerlerime işleyinceye kadar.

Nihayet Kıble mescidindeydik. Nureddin Zengi’yi, Selahaddin Eyyubi’yi, II. Abdulhamid’i selamlıyor; bir fetih coşkusuyla kıyama duruyorduk.

Kıldığım en güzel sabah namazıydı…

Ve artık her köşesini sindire sindire gezmek vaktiydi.

Burada kediler bile sizinle bir şeyler konuşuyordu. Kuşlar, ağaçlar, duvarlar, her yer, her şey, herkes bir şeyler söylüyordu.

Ebu Hureyreler kedicikleri doyuruyor, ensarlar muhacirlere çay-kahve, hurma ikram ediyor, kuşlar özgürlük şarklıları mırıldanıyordu.         

 

 

(Devamı gelecek inşaAllah 😊)

 

 

MELİKE SOSLU

 

 

MEHMET ÂKİF'E MEKTUP

  Erzurum,20.12.2023   Pek Muhterem Milli Şairimiz, Her ne kadar yıllardır sizin şiirlerinizle hemhâl olup, âdeta sizinle konuşuyormuş...