''Baksana kim boynu bükük ağlayan?
Hakk-ı hayâtın senin ey müslüman!
Kurtar o bîçâreyi Allâh için,
Artık ölüm uykularından uyan!
Bunca zamandır uyudun, kanmadın;
Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa,
Sen yine bir kerre kımıldanmadın!
Ninni değil dinlediğin velvele...
Kükreyerek akmada müstakbele,
Bir ebedî sel ki zamandır adı;
Haydi katıl sen de o coşkun sele.
Karşı durulmaz, cereyan sîne-çâk...
Varsa duranlar olur elbet helâk.
Dalgaların anlamadan seyrini,
Göz göre girdâba nedir inhimâk?''
Mehmet Akif Ersoy'un bu mısralarını haykırmak istiyorum bütün insanlığa. İçimde sesler susmuyor. Çocuk feryatları duyuyorum her köşeden. Oturduğum iftar sofrasından utanıyorum. Sahurda sabah acıkmamak için yediğim her lokmadan, başımı koyduğum yastıktan utanıyorum. Derdimden, gözyaşı döktüğüm meselelerden utanıyorum. Utanıyorum sessiz kalan insanlıktan. Utanıyorum Şeyh Ahmed Yasin'in ''Allah'ım!Ümmetin suskunluğunu sana şikayet ediyorum'' diye başlayan duasından. Utanıyorum sapan taşıyla mücadele veren küçük çocuktan. Utanıyorum...
Bir Ramazan ki, Gazze ve Kudüs kıyamda, ama İslam alemi uykuda...
Bir yerde Müslümanlar ''birruh biddem nefdike ya Aksa-Ruhum kanım canım sana feda ey Aksa'' diye haykırıp canları, malları pahasına Mescid-i Aksa'yı, kutsalımızı savunuyor...Öte yanda aynı Müslümanlar şairin de dediği gibi ölüm uykularında.
Ama öyle ya ''önce yüreğimizdeki Kudüs'ü işgal ettiler. Biz savaşı önce kendimizde kaybettik!''
Biz, Allah'a ve resulüne imandan sonra gelen, dininin direği namaz olan Müslüman kardeşimize 'namaz kılıyor musun?' diye sormaya başladık. Namazın müminin miracı olduğunu unuttuk.
Şükretmeyi, yardımlaşmayı, kardeşliği ve belki de bir kalbimiz olduğunu unuttuk.
Unuttuk Rabbimizin ilk emri olan ''oku''mayı. Unuttuk bu ümmet için, bugünlere gelebilmemiz için verilen mücadeleleri...
Biz sadece Kudüs gündem olunca ''yıkılasın İsrail'' sloganlarıyla vicdanımızın sesini susturmaya çalıştık.
Bazılarımız bunu söylerken neden söylediğini bile bilmedi. Bir sürü psikolojisine kurban gitti.
Bir saat içinde Kudüs gündem olmaktan da çıkınca, bu kez yine aynı psikolojiyle alnı secdeye varan insanlar ''Biz Filistinlilere yardım etmeyeceğiz, zaten topraklarını sattılar, vatanlarını savunmadılar.Yaşadıklarını hakettiler.'' demeye başladılar.
Halbuki İsrail'in yıllardır hedefine ulaşmak için yaptığı şeylerden biri de ortadaki mücadeleyi toprak kavgası olarak göstermeye çalışmaktı. Çünkü İsrail, bir buçuk milyarlık Müslüman'ı karşısına alarak ilerleme katedemeyeceğini bilmekle beraber onları parçalamanın iyi bir yöntem olduğunun da farkındaydı.
İşte bizler de burada yine bir şeyi unutuyorduk. Eğer Müslüman ''Filistinliler topraklarını sattı'' derse, ''İşgalci İsrail'' diyemez! O zaman İsrail işgalci olmaz, parayla satın alıp oraya yerleşen bir ülke olmuş olur.
Bir şey daha var... Yeryüzünde en fazla mültecinin Filistinliler olduğunu biliyor muyuz? Eğer Filistinliler topraklarını sattıysa neden binlerce Filistinli bu konuma düştü?
Biz sanıyor muyuz ki Yahudiler yıllarca ''Filistinliler topraklarını sattı'' cümlesini bizim akıllarımıza sokmaya çalışırken kendileri de rahatsız olmadı?
Onlar da bundan rahatsızdır aslında. Çünkü bu söz ''Bu vatan Filistinlilerin ve bu topraklar Filistinlilere ait'' demekti.
Evet o topraklar Filistinlilerin. O topraklar bizim...
O topraklarda peygamberlerin, sahabenin ayak izleri var.
O topraklarda kutsalımız var.
Selahaddin Eyyubi'nin ''Kudüs işgal altındayken ben nasıl gülebilirim ki?'' diye haykırışı var.
O yüzden bu mesele sadece Filistinlilerin meselesi değil, bütün ümmetin meselesidir. Hem de en esaslı meselesi, kırmızı çizgisi...
O yüzden artık uyanmalı uykudan. Ninni değil bu dinlediğimiz velvele...
Filistinliler Allah yolunda canla malla mücadele ederek cihat vazifelerini yerine getiriyor.
Bu, defalarca başına yıkılan evini yeniden inşa etmek için her defasında içini umutla dolduran, ayakta kalmaya çalışan, hakiki bir namaz bilinciyle kıyamda durabilen Filistinli bir babanın imtihanı değil; çocuğunu bunlardan haberdar etmeyen babanın imtihanıdır.
Bu, verdiği bütün mücadeleye rağmen çocuğunun cansız bedenini kucağına alıp ''Allahuekber'' diye gözyaşlarıyla teslim olan annenin değil; Hanne'nin bu uğurda Meryem'ini adayışından bîhaber olan annenin imtihanıdır. Evladına Meryem ismini koymayan, Meryem gibi bir evlat yetiştiremeyen anneden bahsetmiyorum. Çünkü her anne ister Meryem gibi bir evlat... Ama her anne düşünemez Hanne olmayı.
Bu, okuluyla, eviyle, sevdikleriyle her daim mücadele halinde olmasına rağmen üç dil öğrenip, Tıp fakültesi okurken bir gece ansızın bıçaklanarak öldürülen gencin imtihanı değil; Mescid-i Aksa'yı bir mescid zanneden, okumayan, araştırmayan,bilmeyen biz gençlerin imtihanıdır.
Bu, kutsalına o kadar yakınken dahi orada gidip koşturamamanın verdiği buruklukla bulduğu en yüksek tepeden Aksasını seyrederek hasret gidermeye çalışan, sapanındaki küçücük taşla yüreğindeki kocaman sevdayı haykıran el-Halil'deki çocuğun imtihanı değil; bir oda dolusu oyuncağa burun kıvıran ve hatta elindeki tablete esir olan çocuğun imtihanıdır.
Vallahi bunların hesabını vereceğiz.
Eğer Allah'ın Rahîm isminin bir tecellisi olarak Müslüman'a karşı merhamet ve dostluk; Allah ve Resul düşmanına karşı tavizsiz bir duruş ve öfke tezahür etmiyorsa bizde, o zaman ilk işimiz kendimizi sorgulamaya başlamak olmalıdır.
Sonra zihinsel bir gidiş, sağlam bir namaz bilinci, dua ve en son Rabbim'in izniyle vuslat...
Zihinsel bir gidiş dedim. Ben size İngilizler Filistin topraklarını işgal etmeden önce 17.000 kitap yazdılar diyeyim. Siz bu gidişin içini doldurun.
Yola varamasak da yolda olmak bizim en büyük vazifemizdir. Zira biz zaferden değil, seferden sorumluyuz.
Yolda olanlara, Selahaddin'i beklemeyip Selahaddin olmak için mücadele edenlere selam olsun...
MELİKE SOSLU