29 Aralık 2023 Cuma

MEHMET ÂKİF'E MEKTUP

 

Erzurum,20.12.2023

 

Pek Muhterem Milli Şairimiz,

Her ne kadar yıllardır sizin şiirlerinizle hemhâl olup, âdeta sizinle konuşuyormuş hissine kapılıyordumsa da; şimdi bu mektubu yazıyor olmak beni heyecanlandırdı ve söze nereden başlayacağımı bilemedim. Çünkü size birçok konuda minnettarım.

O zamanlar şiirlerinizi her ne kadar anlamasam da, şiire olan merakım ve sevgim, küçük yaşlarda sizin şiirlerinizi okuyarak başlamıştı ve ilk ezberlediğim şiiriniz elbette İstiklal Marşı olmuştu. On kıtasını da ezberlediğim İstiklal Marşı’nı okumak için öğretmenimin yanına gittiğimdeki gururlu duruşumu hiç unutmuyorum. Yine bir gün ‘’Çanakkale Şehitlerine’’ şiirinizi bir programda okumak için vazifelendirildiğimi hatırlıyorum; bir altıncı sınıf talebesine nasıl bir ruh aşılamıştı ise o mısralar, ‘’bir hilal uğruna yâ Râb…’’ derken elimi kaldırdığımda açtığım gözlerim, tüm seyircilerin gözyaşlarına boğulduğunu görmüştü. O sahneden indikten sonraki hissiyâtım, şiirlerinize olan ilgimi ve pek tabii hayatınıza dair araştırmalarımı arttırmıştı.

Daha yirmili yaşlarınızda bir öğrenci iken, evinizin büyük bir yangında yandığını fakat sizin yaşadığınız tüm sıkıntılara rağmen okulunuzu birincilikle bitirdiğinizi okumuştum. Hayatınıza dair beni etkileyen ilk özelliğiniz bu olmuştu. Öyle ki, öğrencilik yıllarımda ne zaman bir sıkıntı ile karşılaşacak olsam, sizi anımsıyor ve yoluma devam etmeye çalışıyordum. O yolda kazandığım her başarıda da içten içe size teşekkür ediyordum.

Arapça’ya olan ilgim ve merakımdan olsa gerek; lise hayatım İmam Hatip sıralarında geçti çok şükür. O yıllarımda öğrenmiştim sizin de Arapça’ya olan merakınızı ve başarılarınızı. Hâfız olanlara hep imrenirdim ama ezberim zayıf olduğu için bir türlü cesaret edemezdim. Fakat hiç kimse bilmese de sizin hâfızlık eğitiminizi tamamlamış olduğunuzu öğrendiğim gün, ‘’ben de yapabilirim’’ dedim ve o hayale sımsıkı sarıldım. Ve biliyorum yaşım kaç olursa olsun ben o hayalimden vazgeçmedikçe, azmettiğim vakit Allah beni hâfızlık ile rızıklandıracaktı. Öyle ya, siz de ‘Azim’ şiirinizde aynı şeyleri fısıldıyordunuz kulaklarıma:

‘’Bir gâye-i maksûda şitâb eyleyen âdem,

Tutmuşsa bidâyette eğer azmini muhkem,

Er geç bulacak sa’y ile dil-hâhını elbet.’’

Bu hayal, kalbimin en güzel köşesinde, bir başka büyük hayalin yanında duruyor. Bir başka büyük hayalim demişken, bu hayalime giden yolda yine sizin kelimeleriniz bana yoldaşlık ediyorken; ondan bahsetmemek olmaz size.

Muhterem şairimiz, benim bir hayalim var; özgür Filistin hayali. Sizinle tanışıklığım ne kadar eski ise, Filistin’le tanışıklığım da o kadar eski aslında. Yaklaşık on yıl oldu bu dava ile tanışalı. Fakat bu on yılın yarısı, o güzel topraklara hasretle geçmiş olduğundan olsa gerek ki; ben bu dava ile tanışıklığımı, beş yıl öncesinde, o altın kubbeyi karşımda bizzat gördüğüm gün sayarım. Oraya gidip geldikten sonra omuzlarımdaki yük arttı sanki. Bütün vakitlerimi oraya, Kudüs’e ayarlasam da; hep yapacak daha çok şeyim olduğuna inanıyorum. Ben bütün imkanlarımla seferber olmuşken bu yola, yolda karşılaştığım bazı tablolar beni öfkelendiriyor. Susan insanlık karşısında öfkemi haykırmak istiyor; kağıt kaleme koşuyorum bazen. Yine sizin mısralarınız ilham oluyor bana. Önce sizin sesinizle sesleniyorum insanlığa:

''Baksana kim boynu bükük ağlayan?

Hakk-ı hayâtın senin ey müslüman!

Kurtar o bîçâreyi Allâh için,

Artık ölüm uykularından uyan!

Bunca zamandır uyudun, kanmadın;

Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.

Çiğnediler yurdunu baştan başa,

Sen yine bir kerre kımıldanmadın!

Ninni değil dinlediğin velvele...

Kükreyerek akmada müstakbele,

Bir ebedî sel ki zamandır adı;

Haydi katıl sen de o coşkun sele.

Karşı durulmaz, cereyan sîne-çâk...

Varsa duranlar olur elbet helâk.

Dalgaların anlamadan seyrini,

Göz göre girdâba nedir inhimâk?''

Beni tanıyanlar tahammülümün olmadığı en birinci şeyin haksızlık olduğunu muhakkak bilirler. Ne zaman bir haksızlıkla karşı karşıya kalsam, evvela şiirlerinizdeki öfkenizle baş başa kalıp, beni anlayan birisi ile konuşuyormuşçasına sakinleşmeye çalışır, sonra küçükken okuyup etkilendiğim o hikayenizi anımsarım: Zira ‘’haksızlığa tahammül edemeyen şair’’ diye okumuştum ben sizi. Müdürünüzün haksız yere vazifesinden alınması üzerine memuriyetinizden istifa etmişsiniz.

Hem bu hikayenizi bilmiyor olsaydım dahi ‘’Zulmü Alkışlayamam’’ şiiriniz de, bu konuya dair duruşunuzu belli ediyordu zaten.

Bugün zulmü alkışlayanlarla aynı dünyada nefes alıyoruz biliyor musunuz? Hakk için atılan nârâlarım sessiz kalınca bazen, ‘keşke’ diyorum: Keşke şimdi Süleymaniye Kürsüsü’nde ‘’ Öyle ta’zîb-i nigâh eyleme bedbîn olarak’’ dese bir ses bana. Sizin sesinize, sizin sözünüze öyle ihtiyacı var ki insanlığın. Âti karanlık, fakat azmi bırakamıyor yaradanın vaadini bilen. Siz de ‘alçak bir ölüm’ dersiniz buna zaten. Bu yüzdendir ki bu ümmetin imân etmiş bir ferdi olarak azmetmeye devam ediyorum. Çalışma masamda asılı ‘sakın ümitsizliğe düşenlerden olma’ ayeti…Kulağımda hep bir Mehmet Âkif dizesi: ’’ Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun. Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!’’

Sizinle bizzat tanışmayı gerçekten çok isterdim. Fakat bir insan yokken de nasıl var olabiliyormuş onu öğrettiniz siz bana. Sanki sizinle ezelden tanışığım da; özellikle zor zamanlarımda dizinizin dibine çöküp, sizden nasihatler dinleyerek kendime geliyormuşum gibi hissediyorum hep. Bu yüzden üzerimde emeğiniz çoktur. Allah’ın izni ve lütfu ile dünyada elde ettiğim ve edeceğim her ne başarı var ise şayet, bunda sizin katkınız büyüktür. Bu dünyadan geçmiş olmanız benim için büyük bir mutluluk.

Bana kattığınız ve katacağınız her şeyin sizin için cennet vesilesi olmasını ve ‘’kişi sevdiği ile beraberdir’’ hadisi gereğince cennette karşılıklı şiir okuyabilmeyi Rabbimizden murad ediyorum.

En kalbi duygularımla sizi selamlıyorum.

Hürmet ve minnetle…

Melike SOSLU


NOT: Bu mektubum Erzurum Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği ''İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'a En Güzel Mektubu Sen Yaz'' yarışmasında dereceye girmiştir.

 

 

1 Temmuz 2023 Cumartesi

AYETLERDEN BEYTÜLMAKDİS'E




 ''Önce yüreklerimizdeki Kudüs'ü işgal ettiler. Biz savaşı önce kendimizde kaybettik.'' demişti Zarifoğlu. Öyle ise en baştan başlamalıydı yola; kendimizden. Kendimizi tanımanın ve kendimize varmanın yolu da Kur'an'dan geçiyordu. Zira bizi yaradan, bizi bizden iyi bilirdi.

Allah'ın adı ile doğrulmalı, O'nun ilk emrini ihyâ etmeliydik o halde. Okumalıydık; kitabı, kendimizi, kâinatı ve insanlığı. Eğer o ilk emri hakkı ile yerine getirebilirsek şayet, yollarımız zaten hep Beytülmakdis'e çıkacaktı. Yani demem o ki okuduğumuz her ayet doğrudan olmasa da, dolaylı olarak Beytülmakdis'e ulaştırır bizi. Peki ama nasıl?

İlk kıblemiz Mescid-i Aksâ'yı bağrında taşıyan bu kutlu belde, biz Müslümanlar için imânî ve akîdevî bir mesele olarak önem arz ettiğinden, Kur'an'dan öğreneceğimiz iman, ibadet ve itikat esasları bizi Beytülmakdis'e ulaştırır. Kur'an ile tanırız biz takva sahiplerini, kafirleri ve münafıkları. Ona göre seçeriz yol arkadaşlarımızı. Hangi erdemleri kuşanacağımızı ona göre belirler, düşmanımızı ona göre bilip, Rabbimizin bize öğrettiği şekli ile hareket ederiz. Kur'an'daki kıssalardan hissemize düşenlerle, birçok peygambere ev sahipliği yapmış bu beldeye ulaşırız yine. Evvela Adem ile Havva'dan öğrenip âdemiyyeti; İsrailoğulları ile Allah'ın bize verdiği nimetleri hatırlarız. Hz.Musa kıssasında durur düşünürüz misal...Sorarız kendimize ''bizim âsâmız nedir?'' diye. Bu sorunun cevabıyla ilerleriz belki, belli mi olur? Kalpleri hep birbirine benzeyen zalimleri, buna mukabil güzel niyet ve davranış sahibi olanların mücadelelerini görürüz de Kur'an'da; o vakit ''Beytülmakdis için ne yapabilirim?'' sorumuza yanıtlar buluruz belki. Hz. İbrahim'den bahseden bir ayetle 'tek başına ümmet olmak' bilincini kuşanıp Kudüs'ün el-Halil şehrine varırız belki kim bilir. Kim bilir bir ayetle Yakûb'a Yusuf'un kokusunu getiren Allah'a sığınıp ümitlerimizi tazeler, daha hızlı koşarız. Ümmetin kızları bir Hanne olup bir Meryem ile soluklanırken; ümmetin oğulları Zekeriyya'nın duası ile icabet bulur da, Yahya'lar yetişir belki. Kalbimizi Mescid-i Aksâ'ya, yönümüzü Mescid-i Haram'a çevirip Rabbimizin emriyle; Kur'an'daki duaları nakşedersek gönül duvarımıza...O duvarı sağlamlaştırmak için ''bizi yaradan, midemize girmesi gerekeni de bilir'' bilinciyle Kur'an'a koşarız. Oradan yolumuz yine Beytülmakdis'e çıkar ve boykota. Ayet ayet yürür iken bir hadise ilişir belki gözümüz; İsrâ gecesinde Efendimiz'in Cebrail tarafından kendisine sunulan meşrubattan sütü yani doğalı ve fıtratı seçtiğini bildiren hadise. Tekrar tekrar hatırlatırız kendimize şu gerçeği: ''Gıda bozulursa kan bozulur; kan bozulursa kalp bozulur.'' Belki bu gerçek bizi, Beytülmakdis'e dair bunca çalışma varken, neden hâlâ işgalin olduğunu düşündürmeye de yöneltir. Bu vesileyle kalplerimiz düzelirse belki, namazımız da düzelir. Mü'minin mi'racı olan namazımız...

Direnişin şehri olan Kudüs'ü buluruz cihad ayetlerinde ve cihadın sadece cenk meydanı olmadığını, bir duruş sergilemek olduğunu öğreniriz. Azıkların en hayırlısı olan takvâyı kuşanıp, Usame ordusunun tozu ayaklarına bulansın isteyen Hz.Ebubekir misali bir duruşla, dua dua Kudüs'ün tozu ayaklarımıza bulansın isteriz. Kudüs'ün ilk fatihi Hz.Davud gibi, Kudüs ile adı adeta bütünleşmiş olan halife Hz. Ömer gibi, Yavuz Sultan Selim gibi, Selahaddin Eyyubi gibi bir duruş... Böylesi duruş için bir şuur, şuur için de Kur'an'ı anlamak lazım ise şayet; Kur'an ikliminde adım adım yürürken durup dinleneceğimiz en güzel duraktır Kudüs. Durup dinleneceğimiz, bir şeyler öğrenip her defasında yine oradan yola devam edeceğimiz bir durak. 

Melike SOSLU

(Bu yazı Hucurat Hareketi'nin 'Aksa Halkaları'

 projesi kapsamında yazılmıştır.) 



 

 

22 Mart 2023 Çarşamba

KULLUK ZEMİNİMİZDEN KOPUŞUMUZ

 ''Burası dünya, ne çok kıymetlendirdik; oysa bir tarla idi, ekip, biçip gidecektik.'' demişti şair. 

Kıymetlendirmiştik; kendi kıymetimizden, özümüzden, fıtratımızdan, insanlığımızdan ve kulluğumuzdan kopmayı dahi göze alarak hem de. 

Şubat ayında hepimizin sıkça işittiği, gündemimizde dolaşan iki soru vardı: 

-Sesimi duyan var mı?

-Bina mı, yoksa zemin mi önemli?

İlk soru, çaresizliğin ama aynı zamanda umudun yankısıydı; ikincisi ise sebeplerden çareye giden yolun adı.

Herkes susuyordu ve hep bir ağızdan aynı ses: 'Sesimi duyan var mı?'

Derin bir sessizlik kaplıyordu etrafı; asırlardır olduğu gibi.

Bu sessizlik beni Uhud mektebine götürmüştü bir an. Hani ganimet sevdası ile dağılan safların, çözülen ümmetin, belirsizlik içinde sessizliğe büründüğü Uhud'a.

Oradaki sessizliği, bütün seslerin ötesinde bir ses bozuyor ve 'bana gelin!' diyordu.

Peygamber'in çağrısıydı bu.

Kim işitmişti sahi bu çağrıyı, dönüp hiç kimseye bakmadan yukarı doğru çekilenlerden?

Heyhât... Uhud benzeri sınavlardan geçiyoruz bugün, aynı çağrı çağlar dolaşıyor; sesimi duyan var mı?

Uhud'dakilerin hayata dönmesi için ne kadar önemli idiyse o çağrı; bugün üzerimizdeki ölü toprağını atıp hayata dönebilmek için de aynı önemi arz ediyor.

Çağın gürültüsünden sesimi duyan var mı sahi?

Herkes sussun, hep bir ağızdan bağıralım yeniden; belki bozulur kulakları sağır eden bu sessizlik.

Şayet bozulursa bu sessizlik, o vakit sebeplerden çareye giden yola doğru bir adım atıp, ikinci soruyu da sorabiliriz nefislerimize zannımca.

İşin uzmanları bu soruyu nasıl cevaplar bilmiyorum, ama binayı da zemini de inşa eden Allah'ın ayetlerine ve hadislere baktığımızda bu sorunun cevabının evvela zemin olduğunu görürüz.

Bir Müslüman farkında olsa, aslında en sağlam zemin onun zeminidir. Hakkı ile iman edebilse bir insan; o iman yıkılmaz kale. Fakat bunun farkında olamadığımızdan, yıkılıyor binalarımız.

Şöyle bir düşünelim; İslâm'ın özü kelime-i tevhiddir öyle ya... Biz önce ''lâ'' der, Allah'tan başka her şeye ve herkese yüksek sesle 'hayır' diyerek yalnızca O'na iman etmenin sözünü veririz. Ardından 'ilâhe illallah'' diyerek kalbimizi onun aşkı ile doldurur, imanın lezzetini duyarız.

İman...Kökü 'emîn olmak' olan, 'emanet' olan iman...

Köküne yani zeminine inince ne kadar sağlam, ne kadar güzel bir kelime halbuki, öyle değil mi?

Biz o zeminin farkında olsak, mü'minliğin hem ilahi hem de insani olan bir kavram olduğunu fark edip o zemin üzerine çok sağlam binalar inşa edebiliriz. Fakat zeminden haberimiz olmayınca yahut bile bile zemini sarsacak şekilde inşalar yapılınca,binalar yıkılıyor. Hem de öyle bir yıkılıyor ki...

Eğer bir mü'min, 'iman ettim' deyip başta iman emanetine, ezelde verdiği ahde sâdık kalmıyor ve bununla beraber, Efendimizin tabiri ile insanların elinden ve dilinden emin olduğu bir kişi olamıyor ise, kulluk zemininden kopmuş demektir.

O halde mü'min, asırlardır dolaşan o çağrıya kulak vermeli.

İmanın köküne inmeli; bu sağlam zemine Mü'min olan yaratıcısının rızası doğrultusunda sağlam binalar inşa etmeli. 

Aksi halde kulluk zeminimizden kopuşumuz, bizi iki dünyada da hüsrana uğratacaktır.



Melike SOSLU

16 Ocak 2023 Pazartesi

İNSAN



 

''Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır.'' (Asr 1-2)

İnsan; semâvâttan arza, hayvanattan nebâtâta her şeyin kendisi için yaratıldığı ve fakat ziyanda olan insan... Aklı ile bütün varlıklardan ayrılmış, ilâhi kitapta sürekli Rabbinin 'hâlâ akletmez misiniz?' sorusu ile karşılaşmasına rağmen aklını hevâsına esir etmiş, âlemin özü olmasına rağmen özünden uzaklaşmakta ısrarcı olan insan...

Sahi neydi insan, kimdi? Adem ile Havva'dan bu yana kaç çeşit insan gelip geçmişti şu yerküreden..?

Gelip geçmişlerdi de, kaçı ziyanda olanların dışında tutulmuştu peki?

Bilmem, ben bilmem ki. Ben bilmem.  

Tüm bu soruları bir kağıda yazıp buruşturarak önüme atanlara Yûnus misâli verilen bir cevaptır; ben bilmem.

Ben bilmem ki insan kimdir, nedir... Çeyrek asırlık şu ömrümde nice insan tanıdım da, hâlâ bilemedim kimdir insan, nedir...

Aldanan mıdır, aldatan mıdır; kırıp döken midir, kırılıp dökülen midir; gelen midir yoksa giden mi..?

Ateş midir dokunduğu yeri yakan, yoksa su mudur nerede bir ateş görse söndüren... 

Yara mıdır, yâr mı; dua mıdır, imtihân mı yahut arşı ve ferşi inleten kocaman bir âh mı?

Başkalarının mutluluğu ile mutlu olan mı yoksa başkalarının mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmayı arzulayan mı? 

Nedir insan, kimdir? 

Nisyandan türeyen insan... Unutan, erteleyen, terk eden insan. 

Ahdini, benliğini, vicdanını, dünyanın sonlu olduğunu ve fakat onu bekleyen sonsuz bir hayat olduğunu unutan insan. 

Tek damla kan, bin tane kaygı... 

Hani ne söylense tam karşılığı olmaz ya bazı şeylerin; işte öyle bir muammadır insan. 

Zâhirde Müslüman, bâtında münafık; görünürde dost, arkada düşman.

Bir selâya bakan kısacık bir ömür için, ahireti unutan, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, kan dökücü insan...[1]

Geçici menfaatlere; altına, gümüşe, mallara ve evlatlara karşı düşkünlüğü[2] ile tanınan, zayıf yaratılışlı,[3] vefâsız,[4]nankör,[5]şımarık[6]

Bir damla su, apaçık bir düşman…[7] 
Göklerin, yerin ve dağların kabul etmekten çekindiği sorumluluğu, emaneti yüklenen,[8] fakat aceleci[9] ve ümitsiz[10] olan insan… 
Kimisi ahsen-i takvimde, kimisi esfel-i safîlinde… Amma hepsinin  varacağı yer Hakim'in kendisinin şahit olacağı bir yerde. 
Öyle ise mesele insanın ne veya kim olduğunu bilmekte değil; nereye ve kime vardığını bilmekte. ''İman ettim'' diyenin üstünde Müslümanlık adına bir nişâne görebilmekte.

Fakat  Âkifçe bir serzeniştir içimde Müslümanlık da şimdilerde... Hani o der ya: ''Müslümanlık nerede! Bizden geçmiş insanlık bile... Adem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile! Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir; Müslümanlık bilmem amma, galiba göklerdedir...''

 


MELİKE SOSLU 

 
 
 



[1] Bakara 2/30

[2] Âl-i İmrân 3/14

[3] Nisâ 4/28

[4] Yûnus10/12

[5] İsrâ 17/67

[6] Hûd 11/9

[7] Nahl 16/4

[8] Ahzâb 33/72

[9] Enbiyâ 21/37

[10] İsrâ 17/83

11 Aralık 2022 Pazar

İŞİT VE KALK

Çivisi çıktı dünyanın. Bu ahir zamanda yüreğini, vicdanını ve insanlığını koruyabilmiş olanlar can çekişiyor. Sağır kulaklara, kör olmuş gözlere ve kararmış kalplere hayret ederek, can çekişiyor.

Kimse güvenemiyor kimseye. Peygamberimizin, dilinden ve elinden Müslümanların güvende olduğu kişiler olarak tanımladığı din kardeşlerimizin sayısı yok denecek kadar azaldı.

Bir fırtına ki, alıp götürüyor insanlığımızla beraber bütün değerlerimizi.

Bu fırtınaya kapılmamak için direnenler avazı çıktığı kadar bağırsa da, duyulmuyor sesleri.

Bağırıyorum, duyulmuyor sesim. Ağaca anlatıyorum, yapraklarını döküyor. Kaldırıp başımı semaya anlatıyorum, gürlüyor gök. Taşlar, sular ve toprak anlıyor; insan anlamıyor.

Çünkü değişmiş değerler. Bayağılaşmış, basitleşmiş, normalleşmiş. ‘Sen de alışacaksın’ diyorlar bana, beni biraz olsun anladığını düşündüklerim bile. ‘Sen de alışacaksın bu kötülüklerin normalleştiğine…’

‘Tamam’ diyorum, susuyorum çaresiz…Ama sonra yine düşünceler içinde kayboluyorum. Kabullenemiyorum. İşittiğim, gördüğüm ve bizzat tanık olduğum bazı olayları kabullenemiyorum.

Ben işitip namaza koştuğum ezanı hangi müezzin, hangi pislikleri yaptıktan sonra, nasıl okuyor diye düşünmek istemiyorum. Ben arkasında namaz kıldığım imam, acaba kaç can yakmış, nerelere ateş olmuş, kime zulmetmiş de gelip utanmadan Allah’ın huzuruna, cemaatin önüne geçmiş de bu peygamber mesleğini böylesine iğrenç bir vaziyette icra ediyor diye düşünmek istemiyorum. Ben profiline ‘’ne kimse senden incinsin, ne sen kimseden incin’’ yazıp, kendini tasavvuf ehli sanan, zikir ehli sanan annem yaşındaki hemcinslerimin şeytani fikirlerine ve ağızlarına aldıkları sözlere rağmen bu gösteriş budalalığı ile insanların gözlerini boyamalarını kabullenemiyorum.

Kabullenemiyorum bir Din Kültürü öğretmeninin kardeşini acımasızca kuyuya atışını. Kuyuya atıp da nefsinin bilmem kaçıncı oyununu kardeşinin hanımı üzerinden oynayışını. En çok da kardeşinin bu kuyuya düşmeye razı oluşunu kabullenemiyorum.  Kabullenemiyorum Allah’ın adı ile edilmiş yeminlerin arkasından çıkan yalanları. Kabullenemiyorum üstü başı kir pas içinde olan bu insanların tertemiz, masum insanlara attıkları çamurları. Kabullenemiyorum bir arkadaşın bir arkadaşın kuyusunu kazıp, Allah’ın adaletini unutarak hayasızca yol alma heyecanını.

Kabullenemiyorum ben, kabullenemiyorum.

Firavunlar kol geziyor, Nemrutlar tur atıyor içimizde… Bir hayasızlık, arsızlık ki; almış başını gidiyor.

Ne yapmalı diye serzenişte bulunuyorum her dem. Gözyaşlarım rahmet olup arındırır mı kalbimi bu insanlardan bulaşan kirlerden..? Nasıl kıyama kalkar dermanı kalmamış ayaklarım, bunca depremin, sarsıntının altında kalmış inançların ardından…? Şehrime çöken bu kara ve kirli toz bulutları altında nasıl nefes alır benliğim…?

Bîçâreyim, dermansızım, öfkeliyim. Yok sığınacak kimsem Rabbimden başka. Amma bu ne güzel varlık bir bilinse… Bir bilinse, bir hatırlansa, bir idrak edilebilse şu sonlu hayatın ardında, şahidi ve hâkimi Allah olan bir de sonsuz hayatın bizi beklediği… O vakit ‘umar mıydın’ diye için için kalbime sorular soran aklım gibi gülümserdi akıllar acılar içinde kalsa ve çıldıracak gibi olsa da.

O halde işit, bu satırları sadrına işlemek isteyen… İşit, aynı dertlerle yanan bîçâre dindâş…

Ve işit ey gâfil, işit. İşitelim bakalım ne diyor asırlar evvelinden dahi aynı derde düçar olmuş istiklal şairimiz:

‘’İşit: on dört asırlık bir cihânın inhidâmından,

Kopan ra'din, ufuklar inliyor, hâlâ devâmından!

Civârın, manzarın, cevvin, muhîtin, her yerin mâtem;

Kulak ver: Çarpıyor bir mâtemin kalbinde bin âlem!

Ne hüsrandır ki: doldursun bugün tevhîdin enkâzı,

O, hâkinden nebîler fışkıran, iklîm-i feyyâzı!

Gezerken tavr-ı istîla alıp meydanda bin münker,

Şu milyonlarca îman "nehye kalkışsam" demez, ürker!

Ömürlerdir bir alçak zulme miskin inkıyâdından,

Silinmiş emr-i bil'ma'rûfun artık ismi yâdından.

Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde..

Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!

Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl;

Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.

Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;

Nazarlardan taşan manâ ibâdullâhı istihkâr.

Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:

Ne din kalmış, ne îman, din harâp, îman türâb olmuş!

Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl..

Bu izmihlâl-i ahlâki yürürken, durmaz istiklâl!

Sen ey bîçâre dindaş, sanki, bizden hayr ümîd ettin;

Nihâyet, ye'se düştün, ağladın, ağlattın, inlettin.

Samîmî yaşlarından coştu rûhum, hercümerc oldu;

Fakat, mâtem halâs etmez cehennemler saran yurdu.

Cemâat intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla!

Çalışmak!.. Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla.

Alınlar terlesin, derhal iner mev'ûd olan rahmet,

Nasıl hâsir kalır "tevfıki hakkettim" diyen millet?

İlâhî! Bir müeyyed, bir kerim el yok mu, tutsun da,

Çıkarsın Şark'ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?’’

İşittinse kalk kardeşim, kalkalım. Bir el olalım da tutup çıkaralım insanlığı, dinimizi, minarelerimizi, şehirlerimizi zulmetten. Allah için kalkın, kalkalım.

Şahit olduğumuz iğrenç olaylar, her gün duyduğumuz iğrenç haberler içinde kaybolmayalım. Öyle bir kalkalım ki, bizi yolumuzdan edemeyen münafıklar Allah’ın adaleti ile ‘yolum’ dedikleri yolda sürünürken; biz her yere ‘hak yol İslam!’ yazmış olmanın verdiği gururla ve galibiyetle varalım huzur-u rahmana. İslam nedir, Müslüman nasıl olur gösterelim Müslüman maskesi takmışlara...

Kalkın, fetih bekleyen bir Kudüs için evvela arınmalı kirlerden. Canla, başla, Allah’a teslimiyetle kalkalım. Civârımızı, manzaramızı, muhitimizi görelim; artık ezilsin başları bu münafıkların.

İndirelim taptıkları makamlardan onları. Bir avuç da olsak, kalkalım. Allah için kalkın, kalkalım.


MELİKE SOSLU

 

15 Ekim 2022 Cumartesi

NAMAZ

 

 

İslam’ın beş şartından biri olan namaz… İslam’ın şartı, Allah ve Rasulü’nün emri, Müslüman olmanın gerekliliğidir namaz. Bu yüzdendir ki, insana ‘karnın acıkınca yemek yiyor musun?’ ya da ‘uykun gelince uyuyor musun?’ diye sormak ne kadar saçma ise, Müslüman olana da ‘namaz kılıyor musun?’ diye sormak aynı şekilde saçmadır aslında. Fakat günümüz Müslümanları için maalesef bu soruyu sormak durumunda kalıyoruz. Etrafımızda namaz kılan insan sayısı git gide azalıyor. Namaz kılmayan bir Müslümana (!) bunun sebebini sorduğumuzda aldığımız yanıtlar da oldukça ironik: ‘’Benim kalbim temiz!’’ ‘’Namaz kılanların her türlü kötülüğü yaptığına şahit oluyoruz. Öyle kılacağıma hiç kılmam daha iyi! Beni namazdan soğuttular!’’

Peki ama bu gibi bahanelerin arkasına saklananlar, kalplerin özünü yalnızca Allah’ın bilebileceğinibilmezler mi? Ya da herkesin günahının da sevabının da kendine olacağı2 bilmezler mi?

Bu soruların yanıtını düşünürken, Efendimiz’in bir niyazı geldi aklıma… O, kavminden bazıları için Allah’tan bağışlanma dilerken ‘’onlar bilmiyorlar, bilselerdi yapmazlardı’’ buyurmuştu.3

Evet çoğu Müslüman, maalesef hayat kitabımız, rehberimiz Kur’an’ın ve Habîbullah’ın emirlerinden de habersiz.  

Bilmiyorlar…

Eğer “Bizimle onlar (münafıklıklar) arasındaki ayırıcı temel unsur namazdır. Namazı terk eden kimse küfre düşer.” 4 hadisini bilselerdi, dünyalık işleri arasında ezanı dahi işitmeyip, namazı terk ederler miydi?

“Onları (Müslümanları) yönelmekte oldukları kıbleden çeviren nedir?” 5 ayetini bilselerdi, arkasına saklandıkları bahanelerden utanmazlar mıydı?

"Kıyamet gününde kulun hesaba çekileceği ilk ameli onun namazıdır. Eğer namazı düzgün olursa, işi iyi gider ve kazançlı çıkar. Namazı düzgün olmazsa, kaybeder ve zararlı çıkar.’’ 6 hadisini bilselerdi, bile bile zarara yürüyenlerden olurlar mıydı?

Namaz ki; mü'min'in miracı, gözümüzün nuru, gönlümüzün ilacı...Kalır mı hiç onu dosdoğru kılanın yüreğinde acı ? Rahmân olan kitabında sabır ile beraber anarak7 onu bize kılmamış mı bir yardımcı?

Nasıl gafil olur 'Rabbim  Allah' diyen, Allah ile en yakın olabileceği ân olan secdeden?

Yankılanırken dört bir yanda her gün beş vakit ezan-ı Muhammediyye... Nasıl duymaz olur kulaklar ''haydi kurtuluşa, haydi felaha...''nidalarını...

Efendimiz (s.a.v) havz-ı kevser başında abdest azalarından tanıyacak iken ümmetini; kışın zemherisinde dahi nasıl zor gelir ümmetine abdest almak... 

Namaz, bir bilinçtir, şuurdur, duruştur. Aşk ve şevktir, huşûdur. Tıpkı Ensâr'dan Abbâd b. Bişr'in bir müşrik tarafından oklarla yaralanmasına rağmen ''sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercîh ederdim''8 deyişi gibi...

‘’Namaz psikiyatrik bir tedavidir. Çünkü namaz kılan, kendini yalnız hissetmez. O, en büyük güce bağlıdır. O gücün inâyeti içindedir. Namazı huşû içinde kılan bir toplumda psikiyatrik hastalık olmaz.’’9

Namaz; acılar, sıkıntılar, dertler, kederler etrafınızı sardığında ve yüreğiniz patlayacak gibi olduğunda, kimseye hiçbir şey anlatamadığınızda, kimse sizi anlamadığında öylece susup ağlasanız dahi sizi rahatlatan, anlaşıldığınızı hissettiğiniz, her şeyi bilene, el-Âlim olana teslim olduğunuz yerdir.

Namaz, sabırdır. Her rekatta din gününün, hesap gününün tek hâkimi olana sığınmanın verdiği ferahlıktır.

Namaz; bir tekbir ile dünyayı ve dışarıda olan her şeyi elinin tersi ile itmek; huşû ile dünyanın sahibinin huzurunda el bağlamaktır.

Namaz bir şükürdür. Alıp verdiğimiz nefese, yiyip içtiklerimize, kâinata ve daha sayamayacağımız bir çok nimete şükür… Âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, gül kokulu Peygamberimiz bile bu şükrü eda edebilmek için mübarek ayakları şişene kadar namaz kılıyordu10 da; ümmeti neden günde toplam bir saat bile sürmeyen vakit namazlarını dahi kılmaktan aciz oluyor?

Kalkın ey Müslümanlar! Neyin telaşında iseniz bırakın onu ezan okunduğu vakit. Yaptığınız her işin, sahip olduğunuz her konumun Allah'a ait olduğunu ve O'ndan değerli hiçbir şeyin olmadığını hatırlayın! Şu üç günlük dünyada ne ise gönül bağladığınız O'ndan gayrı, bırakın onu bir kenara; sakın ha Rabbinizden çok hiçbir şeye vakit ayırmayın! Zira Allah, sizi gönül bağladıklarınızla imtihan eder.11

Vaktinizi vakti verene verin! Her şey emanet... Can da, canân da; ana da, vatan da; evlat da, mal da...

Hepsini ardınızda bırakacak ve Allah'a döndürüleceksiniz. Yanınızda götürebileceğiniz tek şey amelleriniz olacak. Bu amellerin en başında namaz olduğunu hatırlayın!

Kalkın, sımsıkı sarılın namaza ve bir daha hiçbir şey sizi ondan bir vakit dahi ayıramasın!

Kalkın, dem bu demdir!

 



MELİKE SOSLU

 

1.Fâtır Suresi 38. Ayet

2.Fâtır Suresi 18. Ayet

3.Buhârî,Enbiyâ 54

4.Tirmizî, Îmân 9

5. Bakara Suresi 142. Ayet

6.Tirmizî, Mevâkît 188

7.Bakara Suresi 153. Ayet

8. Ebû Dâvûd, Tahâret, 78/198

9.Cemil Meriç

10. Buhari, Teheccüd, 6

11. Enfal, 8/28


18 Ağustos 2022 Perşembe

KİMLİK KARMAŞASI


Çağımızın kanayan yarası: Olduğundan çok daha farklı görünmek…

Sahi, sahte bir kimliğe bürünüp, o kimliği insanlara sevdirmekle nasıl mutlu olurdu bir kalp ? Bu sorunun cevabını bir türlü bulamıyordum. Öyle ya, insan, kendinin bile tanımadığı, muhataplarına göre şekillenip bambaşka karakterlere bürünen bir kişiliği nasıl ‘ben’ diye tanıtırdı başkalarına? Hadi tanıttı diyelim, nasıl mutlu olurdu o sahte kimliğin sevilmesi ile… Neticede sevilen kendi öz benliği değildi.

Derken Haşr Suresinden bir ayet sorumun cevabını vermişti bana:

‘’Şu münafıklık edenleri görüyor musun? Şu bir gerçek ki, yüreklerinde size karşı duydukları korku Allah’a karşı duyduklarından daha şiddetlidir. Çünkü onlar anlayışı kıt bir topluluktur!’’

Tabii ya, onlar derin bir Allah korkusu taşıdıkları izlenimi verip, halbuki gerçekte insanlardan korkmaktaydılar. İnsanların söyledikleri, onlardan alınan övgüler mutlu ediyordu bu tür şahsiyetleri.

Ve fakat sormak istiyordum ben onlara:

‘’Büründüğünüz maskeyi bin değil, milyonlar beğense, övse; saklamaya çalıştığınız, kaçtığınız ve hatta nefret ettiğiniz asıl benliğiniz gerçekten usulca arkasını dönüp gider mi sizden? Yahut sizi sizden iyi bilen Rabbinizden de huzur-u mahşerde saklanabileceğinizi mi zannediyorsunuz hakikaten?’’

Hayır,asla… Siz kaçmaya ve herkesten saklamaya çalıştığınız o kötü insansınız. Ve siz de biliyorsunuz aslında, asıl benliğiniz sizin de kaçıp ört pas etmeye çalıştığınız kadar tiksindirici…

Öyle olmasa, Resulullah’ın arş-ı alâyı titrettiğini söylediği bir günahı işler miydiniz?

Öyle olmasa, kendi uydurduğunuz yalanlara kendiniz de inanır mıydınız ? Yahut konuştuğunuz her sözün ardından yemine ihtiyaç duyar mıydınız?

Düşündükçe sıraladığım her şeyi yüce Allah Münâfikûn Suresi’nde sıralıyordu aslında. Bilhassa  münâfıkların özellikleriydi bunlar çünkü.

‘’…Münafıklar (inandık derken) kesinlikle yalan söylemektedirler.’’

‘’ Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah yolundan yan çizmişlerdir. Onların yaptıkları ne kadar çirkin!’’

‘’ Şöyle ki, onlar sözde inandılar ama gerçekte inkâr ettiler; bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir; artık anlayıp kavrayamazlar.’’

‘’ Onlara şöyle bir baktığında dış görünüşleri sana iyi bir izlenim verir; konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Ama onlar sanki bir yere dayanmış kütükler gibidir (böyle güvendeymiş gibi görünürler). Her gürültüyü kendilerine yönelik sanırlar. Asıl düşman onlardır, onlardan korun! Allah kahretsin onları! Nasıl da haktan yüz çeviriyorlar!’’ (Münâfikûn 1-4)

Yüce Allah’ın ‘asıl düşman’ diye nitelendirdiği bu kişiler, dış görünüşlerinden ötürü Müslüman kişiliklere güzel izlenim verip, onları aldatırlar. Ve sonra işleri görülünce arkalarına bile bakmadan koşa koşa bir başkasına giderler.

Ağızlarında yine Allah’ın kelamı… Bakışlar korkulu, tedirgin; ‘’her gürültüyü kendilerine yönelik sanırlar.’’ Amma kalpler mühürlü ya, o gürültüyü bir şekilde bastırırlar yine.

Bastırdıkça bastırırlar… Girdikleri şeytani kılıkla Müslümanların evlerine ateş gibi düşmeye, ah almaya devam ederler. Ve fakat bilmezler, onlar aslında kendi ebedi ateşlerini hazırlarlar.

Bize de düşen ayette buyrulan o cümleye sığınmak olur: ‘’Allah kahretsin onları!’’

 

MELİKE SOSLU

 

14 Ağustos 2022 Pazar

BİZ KİMİZ?

 



Her geçen gün öfkem artıyor bu dünyaya. Ahir zaman diyorlar, herkes yapıyor diyorlar, o kadar kötü varken biz mi yanacağız deyip kendi günahlarına kılıf buluyorlar, kalbim temiz diyorlar…  Ne yana dönsem buna benzer sözler tırmalıyor kulaklarımı. Bir kafesin içinde bocalıyorum sanki kendi kendime. ‘’İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse, öbürüne sağır…’’ diyor ya hani şair.

Evet bambaşka dünyalar var tek bir insanın içinde…Bambaşka insanlar, bambaşka maskeler, bambaşka kimlikler…

Profiller görüyorum biyografisinde ayetler,hadisler,hakikati haykıran sözler… Profiller görüyorum takma adı profesör, doçent, hafız, hoca olan…

Ve bir profilden içeriye giriyorum, her gün Allahuekber nidasıyla yankılanan… Öyle ya şüphe duymamalı mümin müminin elinden ve dilinden. İşte bir zerre dahi şüphe duymaksızın giriyorum içeriye o profilden. Öyle bir Müslümanlıkla karşılaşıyorum ki, varsa da ufacık bir şüphem, korkum gidiyor. Gidiyor çünkü, Allah’ın kelamını yüreğinde muhafaza edene güvenemezse, kime güvenir ki insan başka? Ama sonra o Müslümanlık beni öyle bir sarsıyor ki… O Müslümanlıklar beni öyle bir sarsıyor ki… ‘’Allah’ım’’ diyorum, ‘’merhametimi, inancımı, insanlığımı kaybetmeden beni yanına al.’’

Sahi, bizim Müslümanlığımız kime ve neye?

Kimin kuluyuz biz? Ne için yaşıyoruz?

Neden sosyal medyada başka, ailemizin yanında başka, arkadaşlarımıza başkayız?

Neden vicdanımız yaptığımız her şeyi bildiği halde, Rabbimiz her şeyi bildiği halde, hakikati gizlemeye çalışıyoruz birilerinden?

Neden bir yandan çiçekler saçarken etrafa, öte yandan açmış çiçekleri bile öldürüyoruz acımasızca?

İmam hatip öğrencilerinin, imam hatip öğretmenlerinin, İlahiyat fakültelerinin, İlahiyat akademisyenlerinin, İlahiyat talebelerinin, din görevlilerinin, derneklerin, vakıfların, cemaatlerin, STKların etrafımızı kuşattığı şu çağda İslam’ı neden hayatımıza hakim kılamıyoruz?

Aklımda bunun gibi cevaplayamadığım yüzbinlerce soru var.

Ve tüm bu soruların tek bir cevabı: ‘’Biz okuyoruz. Ama Rabbimizin adıyla değil!’’

Evet biz Rabbimizin ilk emri dahil, hiçbir emrini hakiki manasıyla anlamadık, anlayamıyoruz ya da anlamak istemiyoruz.

Biz inandığımız gibi yaşayamadığımızdan yaşadığımız gibi inanmaya çalışıyoruz.

Bir Kur’an mealini elimize alıp indeksini incelesek, hiçbir zahmete katlanmadan alfabetik olarak her derdimize deva, her sorunumuza çözüm bulacağız aslında… Ama yok, bu bir psikiyatristten randevu almaktan daha zor olsa gerek.

Biz önce kendi nefis muhasebemizi yaptık mı peki?

‘’Bu iç sıkıntımın sebebi ne?’’ dedik mi ?

Kardeşim...

Profiline‘’ne kimse senden incinsin, ne sen kimseden incin’’ diye yazdın belki ama gece başını yastığa koyduğunda sordun mu kendine ‘’bugün ben ne yaptım, hangi gönüle dokundum, hangi gönülü incittim’’ diye?

Bir söz gördün ‘’vay be!’’ deyip kopyalayıp yapıştırdın hemen… ‘’İslam’ı öyle güzel yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin’’ diye.

İyi ama, hiç dedin mi kendine ‘’benim dışarıdaki sıfatım ne, konumum ne ama ben ne yapıyorum?’’ diye. Kardeşim sen seni öldürmeye geleni diriltmedin, sende dirilmeye geleni de öldürdün farkında mısın?

Kutsalımıza, Kabeye hakaretler ediyor birkaç zihniyetsiz… Sen de yine gündeme uyup bir söz paylaşıyorsun ‘’kalpler taş kesilmesin diye taşın kalp kesildiği yerdir Kabe’’ diye. Ama sordun mu kendine, Kur’an ayetleri bile benim kalbimi yumuşatamamışken, bu sözü buraya yazmak gerçekten yumuşattı mı kalbimi diye.

Bunları kime, niçin yazıyorsun sahi?

İşte senin sıkıntın burada.

Ve sen sıkıntılarını başka insanlarda, başka yerlerde arıyorsun.

Onlar da ilaç verip uyutuyorlar seni. Kaçtığın hakikatlerden kaçırmak istiyorlar seni iyice.

Ama farkında değilsin.

Farkında değiliz.

Bize her şeyden evvel insanlık dersi gerekli. Yoksa olmaya çalışan Müslümanlıkları da öldürüyoruz gösteriş Müslümanlığımızla.

Hani bir hikaye anlatılır ya… Kanadı derviş tarafından kırılan kuşa Hz.Süleyman ‘’neden kaçmadın?’’ diye sorar. ‘’Dervişlik hırkasını giymişti,zarar vermez diye kaçmadım’’der kuş.

Hz.Süleyman, kısas ile dervişin kolunun kırılmasına karar verir. Kuş itiraz eder: ‘’Kolunu kırmayın,hırkasını çıkartın, onunla kandırıyor’’ diye.

Eğer dervişlik hırkasını giymişseniz, olmaya çalışan bir Müslüman’ı hiçbir kötülüğünüz kaçıramaz. Aksine kanadı kırılsa da, yanınızda olmaya, sizi iyileştirmeye çalışır. Israr eder o hırkanın içinde hırkaya yakışır bir insan görmekte.

Ama bu o insanın size değil, hırkaya olan hürmetindendir. Ve o insan hırkanın içindeki gerçek kimliği görünce, bu dünyada kısasa kısas istemez… Çünkü canını yakan o kimlik değil, o hırkanın kullanılmasıdır. Ve bu dünya fanidir.

Bundan sonra istediği de, o hırkanın kendisinden başkasına zarar vermemesidir.

Kısası yapacak olan Allah'tır ve ahiret hayatı da bakidir.


MELİKE SOSLU 



14 Ağustos 2021 Cumartesi

KUDÜS'TE KIYMETLİ BİR DÜKKAN

 


Filistin’de var olduğu günden bu yana sürekli genişleme politikası izleyen İsrail, bu ilhak siyasetinde Kudüs bölgesine özel önem vermektedir. Özel bir statüsü bulunan ve bu statünün sürdürüldüğü Kudüs’ü ele geçirme hedefi ile İsrail, 1967 savaşı üzerine Doğu Kudüs’ü de işgal edince, tümüyle işgal planını uygulama zemini bularak, bölgeye Yahudi yerleştirilmesine ve daha fazla Kudüs topraklarının elde edilmesine özel bir çaba göstermekle beraber, bölgede birçok hukuksuz politika uygulamış ve günümüzde de uygulamaya devam etmektedir. İşgal altındaki Doğu Kudüs’te zorunlu sürgün politikaları, kolektif cezalandırma, ev mühürleme ve yıkma bunlardan bazılarıdır. Bu uygulamalardan bir tanesi de bölgedeki Müslüman esnafı oradan çıkarmak istemesidir. Bugün buna stratejik konumu oldukça önemli olan tarihi bir dükkanın sahibi Filistinli Emad Abu Khadejih ile şahit oluyoruz. Gelin evvela bu dükkanın önemini hep beraber öğrenmeye çalışalım…

Kudüs’te eski şehir bölgesinde bulunan bu dükkan Mescid-i Aksa’nın Silsile Kapısına 40 m, Burak Duvarı’na ise birkaç adım uzaklıktadır. Doğu Roma İmparatorluğu’ndan Haçlılara, Eyyubilerden Memlüklü ve Osmanlı’ya kadar birçok medeniyet tarafından kullanılan bu dükkanın sağında Memlüklerden kalma Taştemuriye medresesi ve medresenin önünde istiridye kabuğu formlu bir sebil bulunmaktadır. Dükkanın solunda ise Memlüklerin emirlerinden Seyfettin Taz tarafından yaptırılan iki türbeli Taziye Medresesi bulunmaktadır.

Dükkanın ortasından yeraltına bir kapı açılır ki; burada Kıyame Kilisesi, Burak Duvarı, Mescid-i Aksa avlusu gibi Kudüs’ün farklı yerlerine uzanan tüneller mevcuttur.

İşte tüm bu özellikleri dolayısıyla İsrail bu dükkan için Emad Abu Khadejih’e 24 milyon dolardan 40 milyon dolara kadar birçok teklifle gitmişse de çocukluğundan beri orada çalışan Emad amcamız baba yadigarı bu dükkan için sunulan teklifleri her defasında ‘’Burası benim değil, Allah’ın’’ diyerek reddetmiştir. Yaşadığı maddi sıkıntılara rağmen Roma’dan kalan sütunlara elleriyle vurarak ‘’Ben bu sütunlar gibiyim. Kudüs’te doğdum ve inşaAllah burada öleceğim’’ diyerek hâlâ kendisine çok güzel hayat şartları sunacak milyon dolarlık teklifleri reddetmektedir.

Beşik tonoz taş örgü tavanı altında Türkiye’den giden herkesi kendi evinde gibi ağırlayan bu asırlık dükkanın sahibi Emad Abu Khadejih tam bir Türkiye sevdalısıdır. Kudüs’ü karış karış gezdikten sonra dinleneceğiniz ilk durak olan bu dükkanda Türkçe ezgilere eşlik edebilir, Türkçe dersi vermek için gönüllü çalışan gençleri hayranlıkla seyredebilir ve hatta Nasreddin Hoca’nın cübbesiyle kavuğuna bile rastlayabilirsiniz.

’Bu topraklarda halkı kucaklayan ve insanca muamele eden son devlet Osmanlı’ydı. Osmanlı’nın geri dönmesini ne kadar temenni ettiğimi anlatmam imkansız.’’ diyerek duygularını ifade etmeye çalışan Filistinli amcamız, dükkanını TİKA’nın restore ettiğini gösteren belgeyi üzerine astığı bir bez parçasıyla saklamak zorunda kalsa da bu üstü örtülü belgenin üzerinde asılı duran Abdulhamit Han portresiyle duruşunu bir kez daha belli etmektedir.

Her köşesinde bir Türk izine rastlayacağınız bu dükkanda Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın kocaman bir portesi de bulunmaktadır. Türkiye ve Erdoğan sevgisine sadece bu dükkanda değil, o bölgede bulunan birçok dükkanda rastlayabilir ve hatta Erdoğan marşı bile dinleyebilirsiniz.

Fakat tüm bunlar İsrail’in dükkanınıza baskın yapması için güzel bahaneler olacaktır.

Öyle ki birkaç gün önce Recep Tayyip Erdoğan’ın portesini bahane ederek Emad amcanın dükkanına yapılan baskın, sabah saat ondan ikiye kadar sürmüş, çeşitli bahanelerle birçok ceza yazılmıştır.

Elektrik ve aylık vergi dışında, yazar kasa mevcut oluğu halde olmadığı iddiasıyla yazılan cezadan buzdolabının dışarıda olmasına kadar birçok saçma gerekçeyle yaklaşık 800 bin TL ceza yazmışlardır.

Bugün katıldığı canlı yayında Türkiye’ye şöyle seslendi Emad Abu Khadejih:

‘’Belediyeden izin almadan dükkanın içinde tamirat yapmama izin yok. Doğalgaz tüplerine el konmasına rağmen onlar için de ceza kesildi. Dükkanda çay ve su dışında bir şey satamam, izin almak zorundayım. Benim için önemli olan bi şeyler satmak değil, bir şeyler satamasam da bu dükkanı kapatmak istemiyorum. Bu dükkan çok önemli bir konuma sahip. Hiçbir vakıf, dernek vs yanımda durmuyor, çok kötü durumdayım. Bu cezaları 45 gün içerisinde ödemem gerekiyor. Yardımınıza ihtiyacım var. Bu cezaları ödemezsem dükkanı kapatmak zorunda kalırım. Yurtdışına çıkamam, hiçbir yere gidemem. Ben özellikle Türkiye’ye gitmeyi çok istiyorum.’’

Tarih kokan o dükkanın ruhuna, Emad amcanın Türkiye sevdasına ve kararlı duruşuna şahit olmuş biri olarak size tüm bu cümleleri iletmeyi bir vazife bildim kendime.

Günümüzde hâlâ araştırmadan, kulaktan dolma bilgilerle ‘’Filistinliler topraklarını sattı’’ yalanına inananlara karşılık; asırlık dükkanıyla ve kararlı duruşuyla en güzel cevabı veren Emad amcanın sesine ses olmak, düşülen bu yanlışı telafi edebilmek adına belki de güzel bir fırsattır.

Yıllardır Türklere ev sahipliği yapan, tarihimizi ve bizim kutsalımızı muhafaza edebilmek adına mücadele eden bu amcamıza yardım etmek hepimizin boynunun borcudur.

O halde el ele verip gür bir sedayla bağırmanın, birlik olmanın vaktidir.

Temel amaçları Müslüman halkların Filistin davasına ilgilerini zayıflatmak ve Filistin halkının mağduriyetine bigane kalmalarına sebep olmak olan Siyonistlerin ortaya attıkları asılsız iddiaları yok etmenin vaktidir.

Filistin davasının kuru bir toprak meselesi veya sadece Filistinlilerin omuzlarında taşıması gereken bir dava olmadığını; bu davanın ümmeti ilgilendiren ve inançla bağlantılı bir dava olduğunu göstermenin vaktidir.


MELİKE SOSLU


NOT: Yardım için mesut.eryatan veya khanalquds instagram hesabıyla iletişime geçebilirsiniz.

25 Temmuz 2021 Pazar

HİSSÎ BİR ŞEYLER YA DA HİSSİYÂTSIZ BİRİLERİ

Gözlerimi bir selâ sesiyle açmıştım. İmamın sesi bir anne ve çocuğunun sesini haykırıyordu sanki; öyle içten, öyle hüzünlü… Bir anne ve çocuğunun sesi dedim çünkü bir anne eşini, bir çocuk babasını kaybetmişti. Kim, ne kadar anlayabilirdi ki onları… Kaç insan bir hastane koridorunda üç saat içinde sevdiği insanı ebediyete uğurlamıştır ki?  Tüm bunları düşünürken yüreğime işleyen selâyla bir soru kemiriyordu aklımı: gidene mi zor, yoksa kalana mı?

Ben bu sorunun cevabını ararken, ölüm haberini duyan teyzelerden biri ‘kadına bi şey olmaz, devlet bakar’ deyiverdi. Sahi, her şey tam da bu teyzenin dediği kadar mıydı şu dünyada… İnsanoğlunun derdi yalnızca bir karın tokluğu muydu? İki pahalı eşya, iki kuruş para mıydı? Yoksa gönül tokluğu muydu önemli olan?

Bana soracak olursanız gidene de zordur, kalana da… Giden için her ne kadar bir vuslat gerçekleşmişse de, bu dünyada elbette yaşayamadıkları vardır, geride bıraktıkları, henüz doyamadıkları… Kalan içinse koskoca bir boşluk vardır artık yüreğinin bir köşesinde.

İnsanlar hep alışmaktan söz ederler… Ya da unutmaktan… Acı için hep bir müddet sabretmek vardır şu dünyada, biraz dişini sıkarsın sonra alışır ve nihayetinde unutursun. Ama hisli bir yürek taşıyana ne alışmak vardır bence ne de unutmak…

Evet Allah’tan geldik ve yine O’na döndürüleceğiz, işte insanın yapabildiği tek şey buna iman etmektir yalnızca.

Acı ise hisli bir yürek için her dem bir sızıdır, sürekli sabretmek zorunda kaldığı.

Aslında bunca acı duyacak kadar sevmemizi gerektirecek bir yer de değil dünya…

Şair diyor ya hani:

‘’ Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.

‘O olmazsa yaşayamam.’ demeyeceksin.

Çok sahiplenmeden, çok ait olmadan yaşayacaksın.

Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,

Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.

İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...’’

Peki böyle bir dünyada, o hisli yüreğin her dem sızlayan acısı da neyin nesidir?

Siz bu sorunun cevabını düşünedurun, ben de bugün beni uyandıran davul zurna sesinden devam edeyim.

Evet daha dün bir selâ sesiydi beni uyandıran, bugünse davullar zurnalar…

Dünyanın her köşesinde, milyarlarca insanın her biri bir duyguyla boğuşuyor.

Birisi hayaller kurup mutluluğa doğru adım adım yürürken, öteki ölen hayallerinin yasını tutuyor.

Bir yerde bir bebek ağlıyor, gözlerini dünyaya yeni açmış; öte yanda feryatlar yükseliyor dünyaya gözlerini kapamış bir insanın ardından…

Biri gelirken, öteki gidiyor; biri gülerken, diğeri ağlıyor.

Ve tüm bunları temaşa eden hisli bir yürek, Mustafa Cihat'tan Dünya isimli bir ezgiyi tüm insanlığa armağan edip, şunu hatırlatarak sizi düşünmeye davet ediyor:

‘’Bir selâya bakar göç dediğin…’’


MELİKE SOSLU 

 

18 Mayıs 2021 Salı

UYANIN!



''28 Ramazan'da İsrail, Mescid-i Aksa'ya saldıracak..!''

Bu cümle Ramazan'ın başından beri içime oturmuştu. Korkuyordum, çok korkuyordum. Hani bir anne evladının başına gelebilecek olası kötülüklerden dolayı endişe duyar da, ne yapacağını bilemez ya... Öyle korkuyordum. Ramazanın sonlarına doğru yaklaştıkça, Allah'a daha fazla nasıl yalvarabilirim diye kendimi sorgulayışlarım artıyordu. Bu olası tehlikeyi nasıl duyurabilirdim ki insanlığa? Çünkü insanlık susuyordu, sağırdı insanlık...

2018 yılında gerçekleştirdiğimiz Kudüs yolculuğumuzda bize adeta rehberlik eden, kendini Kudüs'e adamış, yıllardır orada yaşayan, Bingöllü, kocaman yürekli Mesut abimiz hemen her Cuma yaptığı canlı yayınla bizi Kudüs'e götürür, bir nebze olsun hasretimizi giderir, yüzümüzü güldürür, Cumamızı Cuma ederdi.

Yine öyle bir Cumaydı. Heyecanla o canlı yayını bekliyordum. Cuma, müminin bayramıdır ya hani, benim çocuk kalbimin bayramlığı da o canlı yayında Aksa'mı doya doya seyretmekti.

25 Ramazan 1442 Cuma...Daha sabahında uyku tutmamıştı beni, bir şeyler hissediyordum...

Saat 04.46 idi. Sabah namazını kıldım, müezzinin ''hayyal el felah'' nidasına sığındım ve sonra oturup bir şiire ağladım... ''Gazzeli Yusuf, oğlum...'' diye başlayan mısralara gözyaşlarımı bıraktım. Sonra Mesut abi beklenen o canlı yayınları yaptı gün içinde, içim huzurla doldu. Bu huzurla Ramazan'ın Cumalarını değerlendirmek adına bir grup liseli gençle yaptığımız online tefsir dersine hazırlanıyordum. Derken, Mesut abinin tekrar canlı yayın başlattığı bildirimi geldi. ''20 dakika daha doya doya Aksa'mı seyretsem, derste dilimin bağı çözülür, Aksa'm gözüme fer, dizime derman olur'' diye düşünerek açtım canlı yayını... Gülen gözlerle açtığım o yayını ağlayan gözlerle izledim. Gözümün feri söndü, dizimin dermanı kesildi. Ciğerimi söktüler sanki. İçimdeki o korku vardı ya hani, annenin evladına duyduğu o korku...İşte o korku bütün iliklerime kadar işlemişti. Gözümün nurunu, gönlümün huzurunu incitiyorlardı.

İsrail saldırılara başlamıştı.

Derse girdik, gözyaşlarıyla, fetihlerle kıyama durduk. Ne yapabilirdik ki o an duadan başka... Elimiz kolumuz bağlıydı sanki...Ah, Aksa'nın bahçesinde dolaşan ambulansların siren sesi yüreklerimizi inletiyordu.

Kadir gecesiydi...Kur'an'ın indiği o kutlu gece...Saldırılar durmuş, İsrail güç gösterilerini yapmış, müminlerse duruşlarından hiç taviz vermemiş Kıble Mescidin'den Kubbetüssahra Mescidi'ne kadar kıyamdalardı. Öyle bir tabloydu ki gördüğüm, günlerdir içimi kemiren o korkunun ardından adeta şu mısraları haykırıyordu yüreğime:

''Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır. 

Gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır.

Yanmışsam, külümden  yapılan bir hisar vardır.

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.''

O gece de sabaha kadar dualar ettik. Zalimler için ''ya Kahhar'', kardeşlerimiz için ''ya Hafîz'' dedik, secdeye kapandık.

Ve o beklenen gün gelmişti;28 Ramazan 1442...

Saat 03.52...Mesut abi yine canlı yayındaydı. Bugünü bekleyen Müslüman kardeşlerimizin her biri Aksa'nın bir köşesinde nöbet tutarak yapıyordu sahurunu. O altın kubbe manzarasına kurulan sahur sofrası var ya... Vallahi en güzel, en doyurucu sahur sofrasıydı, en büyük nimetti. Orada olanlarla beraber Mesut abi sayesinde, bizler de onlar kadar olmasa da midemizle birlikte yüreklerimizi de doyurmaya çalışıyorduk.

Ve saat 04.36... Mesut abi işgalci İsrail askerlerinin yavaş yavaş geldiğini söylüyordu.

Yayındaki görüntüyü mü merak ediyorsunuz? Filistin'in mücahidleri, mücahideleri kıyamdaydı...

Saatler geçiyordu...

06.14 / Aklımızla, kalbimizle, dualarımızla nöbetteydik.

06.30 / Fetih suresinin her bir ayeti boğazımda düğümleniyordu.

Gözlerim gidiyordu uykusuzluktan, ama canla başla, heyecanla ayakta duranları gördükçe kapanan gözlerimden utanıyordum.

Ve işte o an...Mesut abinin bağırışlarıyla aniden ayağa kalkıyorum. ''Allahuekber'' nidaları yüreğimde inliyor. 

Herkese bağırmak istiyorum. İnsanlar uyuyor. ALLAH İÇİN UYANIN diyorum, kimse duymuyor.

Uyanın! Taşlar silahlarla savaşıyor... Uyanın! Onurumuz, şerefimiz, namusumuz, göz bebeğimiz ölüyor diyorum kimse duymuyor.

Saat 08.50... Mescid-i Aksa'da ortalık savaş alanına dönmüş durumda.

10.26 / Baskın değil, katliam var Mescid-i Aksa'da...

Uyanın! İşgalci bir Yahudi arabasıyla zalimce Filistinli kardeşlerimizi eziyor.

10.35 / Uyanın, işgalci askerlerin ayakları altında inleyen çocuklar var..! Sedyenin üzerinde anneler, babalar, dedeler... Uyanın, Allah için uyanın diyorum, kimse duymuyor.

Mescid-i Aksa minarelerinden bir feryat eşlik ediyor feryadıma:

''Nerede Selahaddin, nerede Müslümanlar, şerefim çiğneniyor.'' nidaları yürekler parçalıyor ama

yine duymuyorlar...

Kudüslü bir anne dünyaya sesleniyor: ''nerede İslam alemi?' Bu nazilerin elinde bizi yalnız bıraktınız.Bizi bunların eline bırakanlara lanet olsun'' diyor duymuyorlar.

Haremimize saldırıyorlar... Kıble mescidinin canı yanıyor, camlarını kırmışlar... Uyanın, mabedimin göğsüne namahrem eli değdi diyorum, duymuyorlar.

Saat on ikiye geliyor...Uyanıyor insanlık yavaş yavaş. Ama bazıları ''Allah yardımcıları olsun'' deyip tekrar uyuyorlar.

Ağlıyorum...Ruhum bedenimden ayrılıyor, duyduğum bazı cümleler karşısında... 'Uyanın!'' feryatlarım altında eziliyorum.

Cümlelerin boynu bükük, kelimeler yetersiz...Ama susamıyor, birkaç satır iliştiriyorum beni duyabilecek insanların gözleri önüne:

'' ''Allah yardımcıları olsun'' değil, ''Allah yardımcımız olsun''...!

Bunu söyleyip rahatça sıcak yataklarında uyuyabilenler var ya, vallahi Allah hesabını soracak!

Yıkılmaya çalışan bizim kutsalımız! ''Allahuekber'' nidalarıyla canla başla mücadele edenler bizim Müslüman kardeşlerimiz! ''

Ben burada gördüğüm, duyduğum bazı cümlelerle yaralanıyorum; Mescid-i Aksa zalimin ateşiyle yaralanıyor.

Ah, her yer savaş alanına dönmüş. Benim gittiğimde dokunmaya kıyamadığım o Efendimiz zamanından kalma taşları, işgalciler devirmeye çalışıyor. Kudüs TV muhabiri soluk soluğa... Ekrandan taşları okşuyorum. Ben yaralıyım, dağ taş yaralı, ümmet yaralı... Eyyub as ın duasına sığınıyorum: 

''Ya Rabbi! Bu dert bana iyice dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.''

Sanki duam kıyam oluyor birden... Bir direnişin ardından kutlu bir namaz kılınıyor.

Az önceki savaş alanından eser yok. Henüz on üçünde on dördünde küçücük çocuklar yine taşlarla silahları yenmiş, anında sarmışlar mescidimizin yaralarını ve hemen kıyama durmuşlar...

Allahuekber...!

77 kişiyle takip ettiğimiz canlı yayını milyonlar takip ediyor... Sesimizi duyanlar var...

Kocaman bir hamd kaplıyor içimi. Ama işgalci İsrail durur mu?

Zulme devam... İki çocuk hastanede kanlar içinde...

O çocuklardan af diliyorum. Susanlara öfkeliyim... Ah be çocuk diyorum, affet...Senin sapan taşınla verdiğin mücadeleyi, insanlık hakkı haykırmak için bile veremedi, affet...

Yüreğimizde tüm zamanların en hüzünlü kelimesi; Kudüs...

Çiçek gibi şehrin çiçekleri soluyor...

Duramıyordum...O çiçekler gözümüzün önünde bir bir soluyorken, ben burada böyle duramıyordum.

Yine yükseldi sesim...Sesim kısılana, içimdeki yara biraz olsun kabuk bağlayana kadar bağırdım:

'' #KudüseYürümekİstiyoruz ''

Sesime ses katanlar da oldu, Furkan suresi 63.ayette Rabbimizin emrettiği gibi ''selam'' deyip geçtiklerim de...

Yaram mı? O yara ancak kendimi çağlayan bir ırmağa bırakıp memleketime yeniden vardığımda kabuk bağlayacak.

Ne zaman ki Kudüs bana ''artık gelme vakti'' ''o vakit geldi de geçiyor'' diyecek de ben bir kum fırtınası misali ona varacağım, işte o vakit kabuk bağlayacak.

Hanzala olup yalınayak koşarak varıp eşiğine alnımı koyup, duvarlarına dokunduğumda, gidemediğim günler adına İslam'ın güneş yüzlü çocuklarından özür dilediğimde, onları kucakladığımda, murabıtlarına murabıtalarına Eyyubi müjdesini ulaştırdığımda kabuk bağlayacak...

Şimdi o yara Aksa'da yanan kocaman bir ağaç gibi bağırıyor içten içe:

''Yetiş ey keştibânım, büsbütün deryâda yangın var,

Değil deryâ yalınız cümle hep sâhrada yangın var.''


MELİKE SOSLU


*Bu yazım, Haziran 2021'de Diriliş Nesli Dergisi'nde yayınlanmıştır.


13 Mayıs 2021 Perşembe

 

"Ben öyle bilirim ki; yaşamak, berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır." der şair...

Kendimi bildim bileli bu söz hayatımın gayesini teşkil eder...

Nereye gitsem, bir çocuk kalbi düşüverir kalbime. Ve ardından dünyada yaşanan hiçbir kötülüğün farkına varamayacak kadar çocuk olabilmeyi dilerim. Çocuk olmanın huzuruna inanırım hep. 


Öyle ya, elini uzatırsan, çocukluk, vicdan barındıran bir el...

Yüreği yüreğinde atabilirse, içinde merhamet olan bir yürek...

Ve gülümseyebilirsen, gülüşünde samimiyet taşıyan bir yüz...

Var mı bundan daha güzeli...? 


Bugün bayram... Bayramda çocukluk, yeni kıyafetlerini başucuna koyup heyecanla uyumak... 

Bayramda çocukluk, sevinç, heyecan, neşe, umut... 

Ve Filistin'de çocukluk bayramlık kıyafet yerine kefen giyip cennete koşmak Hamza gibi... 

Filistin'de çocukluk sapan taşıyla zalime karşı mücadele edebilmek;

Sa'd b. Ebi Vakkas, Zeyd b. Harise, Enes b. Mâlik olabilmektir.


Çocuklar... Bu bayram sizi Filistin'e götüreceğim. 

Bu bayram berrak bir gökte, sizinle aynı heyecanı duymak isteyen kardeşleriniz için beraber savaşacağız.

Önce Mescid-i Aksâ'yı tanıyacağız sizinle.

Siz Mescid-i Aksâ' nın bir mescid olmadığını öğrendiğiniz vakit, belki nice bilmeyenlere bunu öğreterek bir adım atmış olacaksınız.

Sonra 144 dönümlük o arazi, yüreğinizin tamamını kaplayacak.

Miraçta bize verilen hediyeleri öğrenince, Burak olup koşmak isteyeceksiniz belki de Aksâ'nın bahçesinde.

Öyle ya o hediyelerin içinde gözümüzün nuru namaz var.

Namaz size kıyamı öğretecek çocuklar.

İşte o vakit anlayacaksınız taşlar, silahları nasıl yenermiş.

O vakit anlayacaksınız Kudüs fatihi Selahaddin Eyyûbi bu kutsal belde işgal altında olduğu sürece neden gülümsememiş.

Bunları anladığınız vakit, o küçücük yüreklerinizi kocaman bir sevda kaplayacak. 

Küçücük ellerinizi, kocaman dualar etmek için açacaksınız. 

Kaleminiz dua dua bir şeyler yazacak belki... Adımlarınızı daha sağlam basacaksınız yere. 

Selahaddin'i beklemeyip, Selahaddin olacaksınız. 

Ve İnşaAllah, gidip kardeşlerinizin elinden tutacak, ilk kıblemizi özgürlüğüne kavuşturacaksınız. 

İşte o zaman hakiki bir bayrama erişeceğiz. 


|Melike Soslu / 1 Şevval 1442,Perşembe



KUDÜS ÖZGÜR OLANA DEK... 🇵🇸


24 Nisan 2021 Cumartesi

BU BİZİM İMTİHANIMIZ !


''Baksana kim boynu bükük ağlayan?
Hakk-ı hayâtın senin ey müslüman!
Kurtar o bîçâreyi Allâh için,
Artık ölüm uykularından uyan!

Bunca zamandır uyudun, kanmadın;
Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa,
Sen yine bir kerre kımıldanmadın!

Ninni değil dinlediğin velvele...
Kükreyerek akmada müstakbele,
Bir ebedî sel ki zamandır adı;
Haydi katıl sen de o coşkun sele.

Karşı durulmaz, cereyan sîne-çâk...
Varsa duranlar olur elbet helâk.
Dalgaların anlamadan seyrini,
Göz göre girdâba nedir inhimâk?''

Mehmet Akif Ersoy'un bu mısralarını haykırmak istiyorum bütün insanlığa. İçimde sesler susmuyor. Çocuk feryatları duyuyorum her köşeden. Oturduğum iftar sofrasından utanıyorum. Sahurda sabah acıkmamak için yediğim her lokmadan, başımı koyduğum yastıktan utanıyorum. Derdimden, gözyaşı döktüğüm meselelerden utanıyorum. Utanıyorum sessiz kalan insanlıktan. Utanıyorum Şeyh Ahmed Yasin'in ''Allah'ım!Ümmetin suskunluğunu sana şikayet ediyorum'' diye başlayan duasından. Utanıyorum sapan taşıyla mücadele veren küçük çocuktan. Utanıyorum...

Bir Ramazan ki, Gazze ve Kudüs kıyamda, ama İslam alemi uykuda...

Bir yerde Müslümanlar ''birruh biddem nefdike ya Aksa-Ruhum kanım canım sana feda ey Aksa'' diye haykırıp canları, malları pahasına Mescid-i Aksa'yı, kutsalımızı savunuyor...Öte yanda aynı Müslümanlar şairin de dediği gibi ölüm uykularında.

Ama öyle ya ''önce yüreğimizdeki Kudüs'ü işgal ettiler. Biz savaşı önce kendimizde kaybettik!''  

Biz, Allah'a ve resulüne imandan sonra gelen, dininin direği namaz olan Müslüman kardeşimize 'namaz kılıyor musun?' diye sormaya başladık. Namazın müminin miracı olduğunu unuttuk.

Şükretmeyi, yardımlaşmayı, kardeşliği ve belki de bir kalbimiz olduğunu unuttuk.

Unuttuk Rabbimizin ilk emri olan ''oku''mayı. Unuttuk bu ümmet için, bugünlere gelebilmemiz için verilen mücadeleleri...

Biz sadece Kudüs gündem olunca ''yıkılasın İsrail'' sloganlarıyla vicdanımızın sesini susturmaya çalıştık.

Bazılarımız bunu söylerken neden söylediğini bile bilmedi. Bir sürü psikolojisine kurban gitti.

Bir saat içinde Kudüs gündem olmaktan da çıkınca, bu kez yine aynı psikolojiyle alnı secdeye varan insanlar ''Biz Filistinlilere yardım etmeyeceğiz, zaten topraklarını sattılar, vatanlarını savunmadılar.Yaşadıklarını hakettiler.'' demeye başladılar.

Halbuki İsrail'in yıllardır hedefine ulaşmak için yaptığı şeylerden biri de ortadaki mücadeleyi toprak kavgası olarak göstermeye çalışmaktı. Çünkü İsrail, bir buçuk milyarlık Müslüman'ı karşısına alarak ilerleme katedemeyeceğini bilmekle beraber onları parçalamanın iyi bir yöntem olduğunun da farkındaydı.

İşte bizler de burada yine bir şeyi unutuyorduk. Eğer Müslüman ''Filistinliler topraklarını sattı'' derse, ''İşgalci İsrail'' diyemez! O zaman İsrail işgalci olmaz, parayla satın alıp oraya yerleşen bir ülke olmuş olur.

Bir şey daha var... Yeryüzünde en fazla mültecinin Filistinliler olduğunu biliyor muyuz? Eğer Filistinliler topraklarını sattıysa neden binlerce Filistinli bu konuma düştü?

Biz sanıyor muyuz ki Yahudiler yıllarca ''Filistinliler topraklarını sattı'' cümlesini bizim akıllarımıza sokmaya çalışırken kendileri de rahatsız olmadı?

Onlar da bundan rahatsızdır aslında. Çünkü bu söz ''Bu vatan Filistinlilerin ve bu topraklar Filistinlilere ait'' demekti.

Evet o topraklar Filistinlilerin. O topraklar bizim...

O topraklarda peygamberlerin, sahabenin ayak izleri var.

O topraklarda kutsalımız var.

Selahaddin Eyyubi'nin ''Kudüs işgal altındayken ben nasıl gülebilirim ki?'' diye haykırışı var.

O yüzden bu mesele sadece Filistinlilerin meselesi değil, bütün ümmetin meselesidir. Hem de en esaslı meselesi, kırmızı çizgisi...

O yüzden artık uyanmalı uykudan. Ninni değil bu dinlediğimiz velvele...

Filistinliler Allah yolunda canla malla mücadele ederek cihat vazifelerini yerine getiriyor.

Bu, defalarca başına yıkılan evini yeniden inşa etmek için her defasında içini umutla dolduran, ayakta kalmaya çalışan, hakiki bir namaz bilinciyle kıyamda durabilen Filistinli bir babanın imtihanı değil; çocuğunu bunlardan haberdar etmeyen babanın imtihanıdır.

Bu, verdiği bütün mücadeleye rağmen çocuğunun cansız bedenini kucağına alıp ''Allahuekber'' diye gözyaşlarıyla teslim olan annenin değil; Hanne'nin bu uğurda Meryem'ini adayışından bîhaber olan annenin imtihanıdır. Evladına Meryem ismini koymayan, Meryem gibi bir evlat yetiştiremeyen anneden bahsetmiyorum. Çünkü her anne ister Meryem gibi bir evlat... Ama her anne düşünemez Hanne olmayı.

Bu, okuluyla, eviyle, sevdikleriyle her daim mücadele halinde olmasına rağmen üç dil öğrenip, Tıp fakültesi okurken bir gece ansızın bıçaklanarak öldürülen gencin imtihanı değil; Mescid-i Aksa'yı bir mescid zanneden, okumayan, araştırmayan,bilmeyen biz gençlerin imtihanıdır.

Bu, kutsalına o kadar yakınken dahi orada gidip koşturamamanın verdiği buruklukla bulduğu en yüksek tepeden Aksasını seyrederek hasret gidermeye çalışan, sapanındaki küçücük taşla yüreğindeki kocaman sevdayı haykıran el-Halil'deki çocuğun imtihanı değil; bir oda dolusu oyuncağa burun kıvıran ve hatta elindeki tablete esir olan çocuğun imtihanıdır.

Vallahi bunların hesabını vereceğiz.

Eğer Allah'ın Rahîm isminin bir tecellisi olarak Müslüman'a karşı merhamet ve dostluk; Allah ve Resul düşmanına karşı tavizsiz bir duruş ve öfke tezahür etmiyorsa bizde, o zaman ilk işimiz kendimizi sorgulamaya başlamak olmalıdır.

Sonra zihinsel bir gidiş, sağlam bir namaz bilinci, dua ve en son Rabbim'in izniyle vuslat...

Zihinsel bir gidiş dedim. Ben size İngilizler Filistin topraklarını işgal etmeden önce 17.000 kitap yazdılar diyeyim. Siz bu gidişin içini doldurun.

Yola varamasak da yolda olmak bizim en büyük vazifemizdir. Zira biz zaferden değil, seferden sorumluyuz.

Yolda olanlara, Selahaddin'i beklemeyip Selahaddin olmak için mücadele edenlere selam olsun...


MELİKE SOSLU

3 Nisan 2021 Cumartesi

BİR YUTKUNAMAYIŞ


 “Kırk cümle kuruyorsun, ağzını açmadan vazgeçiyorsun. İncinme değil bu, insana olan inancını yitirme. Yaranı evde bırakıp çıkıyorsun sokağa. Öyle bir uzaklık ki, şikayetin sularını çoktan geçtin. Hiçbir şeye öfke duymuyorsun. İnsan boylu boyunca bir hastalık. İnsan korku. İnsan yıkım. İhtiraslarının külü insan. İnanmıyorsun artık. Anlamamak değil, inanmıyorsun! Can sıkıntısı değil, inanmıyorsun! Yaşamak korkusu değil, inanmıyorsun!”

Belki de inanamıyorsun. Çünkü Rabbinin ayetleridir güvendiğin…Yeminlerdir Rabbin adına edilmiş, gözyaşlarıdır sevgiyle dökülmüş… Ama diyor ya şair ‘’insan boylu boyuna bir hastalık, insan korku, insan yıkım…’’

Dayamamalı insan insana sırtını. Hele merhametini, iyi niyetini asla göstermemeli. Çünkü vurur insan insanı. Dünyanın en merhametli kalbini taşıdığına inandığınız, ayetlerle örülü bir yürek dahi vurabilir acımasızca bir başka yüreği.

Âh, bu nasıl bir dünya… İnsan insana yük. İnsan insana acı. İnsan insana en büyük hayal kırıklığı.

İnsan insana kapanmayacak bir yara.

Peki ama neden?

‘’Neden’’mi… Neden sorma hakkımız yok ki bizim. Neden yok, inanmalısın artık.

Senin hakkaniyet bildiklerine tıkalı kulaklar… Onların hakkaniyetiyse bu dünya için kanunlaşmış şeyler. Ne kadar duymak istemesen de aç artık kulaklarını ‘’dünyanın kanunu bu’’ymuş.

Yok hayır, kulaklarım duysa, aklım idrak etse…Kalbim inanmıyor. Her vakit okunan ezanlar yüreğime saplanıyor. Kur’an’ın kapağını açarken yutkunamıyorum. Kulağımdan gitmeyen sesler var, susturamıyorum. Öyle alışmış ki içim bir duaya sığınmaya, hâlâ bir insan bir yerlerde düşüp kalacakmış gibi hissediyorum. Ama ardından Allah’a sığınıyorum.

Ve bir dost elini koyuyor omzuma… Âdiyât suresi 6.ayeti iliştiriveriyor yüreğime: ‘’ İnsan, rabbine karşı pek nankördür.’’

Sahi, Rabbine karşı nankör olan insan, insana karşı mı nankör olmayacak?

Bir dilenci geliyor gözümün önüne…Gözlerim ondan çok yalvarıyor ona. Bir dua…Sadece bir dua…

İnsanlar çalıyor kapımı, aminler getiriyorlar hâlâ…

Ama hasta öldü.

Hasta mı öldü bilmiyorum, ama öldü.

Hayaller öldü onunla birlikte. Ümitler öldü. Emekler öldü. Kocaman bir sabır selamete varamadan öldü.

Şimdi kaskatı kesilmiş bir beden… Bir sağa bir sola dönüyor. Yüzü avuçlarının arasında, neye ağladığını bile bilmeden ağlıyor.

İnsanın koşup da varabildiği tek yer Rabbidir, bunu bir kez daha iliklerine kadar hissediyor. Koşup varıyor Rabbine.

Kulu yaralı bir şekilde açıyor ellerini, ne söyleyeceğini bile bilmeden… ‘’Ya Rabbi!’’ diyor, yutkunamıyor. Anlatmaktan yorulmuş, anlaşılamamaktan yorulmuş. Susuyor kul Rabbinin karşısında. Hüngür hüngür ağlayarak ıslatıyor seccadeyi. Ama biliyor anlatmasına gerek olmadığını, biliyor anlaşıldığını…

‘’Göğsünün daraldığını biliyoruz’’ diyor Rabbi… ‘’Rabbin için sabret.’’

Sabret, ama bu kez yara almaya değil, yaranı kanatanların hesabının görüleceği gün için sabret.

Bu kez insanlara değil, insanlığın gerçekten öldüğüne sabret.

Kes bu dünyadan ümidini. Öyle ya, mutlu olsan da her şeyin sonu olduğu gibi onun da sonu olacağını bil… Bu dünya, imtihan dünyası.

Ve vakit artık Rabbine adanma vaktidir.

İlkti, son oldu bak. Rabbin kabul etti duanı. Rabbin, sadece kendisini çok sevmeni istedi senden.

Senin Rabbin yüreğini biliyor, yaptıklarını da.

O’na dayan!

O günü bekle!

İmân et!



MELİKE SOSLU

 

 

 

 

 

MEHMET ÂKİF'E MEKTUP

  Erzurum,20.12.2023   Pek Muhterem Milli Şairimiz, Her ne kadar yıllardır sizin şiirlerinizle hemhâl olup, âdeta sizinle konuşuyormuş...