29 Aralık 2023 Cuma

MEHMET ÂKİF'E MEKTUP

 

Erzurum,20.12.2023

 

Pek Muhterem Milli Şairimiz,

Her ne kadar yıllardır sizin şiirlerinizle hemhâl olup, âdeta sizinle konuşuyormuş hissine kapılıyordumsa da; şimdi bu mektubu yazıyor olmak beni heyecanlandırdı ve söze nereden başlayacağımı bilemedim. Çünkü size birçok konuda minnettarım.

O zamanlar şiirlerinizi her ne kadar anlamasam da, şiire olan merakım ve sevgim, küçük yaşlarda sizin şiirlerinizi okuyarak başlamıştı ve ilk ezberlediğim şiiriniz elbette İstiklal Marşı olmuştu. On kıtasını da ezberlediğim İstiklal Marşı’nı okumak için öğretmenimin yanına gittiğimdeki gururlu duruşumu hiç unutmuyorum. Yine bir gün ‘’Çanakkale Şehitlerine’’ şiirinizi bir programda okumak için vazifelendirildiğimi hatırlıyorum; bir altıncı sınıf talebesine nasıl bir ruh aşılamıştı ise o mısralar, ‘’bir hilal uğruna yâ Râb…’’ derken elimi kaldırdığımda açtığım gözlerim, tüm seyircilerin gözyaşlarına boğulduğunu görmüştü. O sahneden indikten sonraki hissiyâtım, şiirlerinize olan ilgimi ve pek tabii hayatınıza dair araştırmalarımı arttırmıştı.

Daha yirmili yaşlarınızda bir öğrenci iken, evinizin büyük bir yangında yandığını fakat sizin yaşadığınız tüm sıkıntılara rağmen okulunuzu birincilikle bitirdiğinizi okumuştum. Hayatınıza dair beni etkileyen ilk özelliğiniz bu olmuştu. Öyle ki, öğrencilik yıllarımda ne zaman bir sıkıntı ile karşılaşacak olsam, sizi anımsıyor ve yoluma devam etmeye çalışıyordum. O yolda kazandığım her başarıda da içten içe size teşekkür ediyordum.

Arapça’ya olan ilgim ve merakımdan olsa gerek; lise hayatım İmam Hatip sıralarında geçti çok şükür. O yıllarımda öğrenmiştim sizin de Arapça’ya olan merakınızı ve başarılarınızı. Hâfız olanlara hep imrenirdim ama ezberim zayıf olduğu için bir türlü cesaret edemezdim. Fakat hiç kimse bilmese de sizin hâfızlık eğitiminizi tamamlamış olduğunuzu öğrendiğim gün, ‘’ben de yapabilirim’’ dedim ve o hayale sımsıkı sarıldım. Ve biliyorum yaşım kaç olursa olsun ben o hayalimden vazgeçmedikçe, azmettiğim vakit Allah beni hâfızlık ile rızıklandıracaktı. Öyle ya, siz de ‘Azim’ şiirinizde aynı şeyleri fısıldıyordunuz kulaklarıma:

‘’Bir gâye-i maksûda şitâb eyleyen âdem,

Tutmuşsa bidâyette eğer azmini muhkem,

Er geç bulacak sa’y ile dil-hâhını elbet.’’

Bu hayal, kalbimin en güzel köşesinde, bir başka büyük hayalin yanında duruyor. Bir başka büyük hayalim demişken, bu hayalime giden yolda yine sizin kelimeleriniz bana yoldaşlık ediyorken; ondan bahsetmemek olmaz size.

Muhterem şairimiz, benim bir hayalim var; özgür Filistin hayali. Sizinle tanışıklığım ne kadar eski ise, Filistin’le tanışıklığım da o kadar eski aslında. Yaklaşık on yıl oldu bu dava ile tanışalı. Fakat bu on yılın yarısı, o güzel topraklara hasretle geçmiş olduğundan olsa gerek ki; ben bu dava ile tanışıklığımı, beş yıl öncesinde, o altın kubbeyi karşımda bizzat gördüğüm gün sayarım. Oraya gidip geldikten sonra omuzlarımdaki yük arttı sanki. Bütün vakitlerimi oraya, Kudüs’e ayarlasam da; hep yapacak daha çok şeyim olduğuna inanıyorum. Ben bütün imkanlarımla seferber olmuşken bu yola, yolda karşılaştığım bazı tablolar beni öfkelendiriyor. Susan insanlık karşısında öfkemi haykırmak istiyor; kağıt kaleme koşuyorum bazen. Yine sizin mısralarınız ilham oluyor bana. Önce sizin sesinizle sesleniyorum insanlığa:

''Baksana kim boynu bükük ağlayan?

Hakk-ı hayâtın senin ey müslüman!

Kurtar o bîçâreyi Allâh için,

Artık ölüm uykularından uyan!

Bunca zamandır uyudun, kanmadın;

Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.

Çiğnediler yurdunu baştan başa,

Sen yine bir kerre kımıldanmadın!

Ninni değil dinlediğin velvele...

Kükreyerek akmada müstakbele,

Bir ebedî sel ki zamandır adı;

Haydi katıl sen de o coşkun sele.

Karşı durulmaz, cereyan sîne-çâk...

Varsa duranlar olur elbet helâk.

Dalgaların anlamadan seyrini,

Göz göre girdâba nedir inhimâk?''

Beni tanıyanlar tahammülümün olmadığı en birinci şeyin haksızlık olduğunu muhakkak bilirler. Ne zaman bir haksızlıkla karşı karşıya kalsam, evvela şiirlerinizdeki öfkenizle baş başa kalıp, beni anlayan birisi ile konuşuyormuşçasına sakinleşmeye çalışır, sonra küçükken okuyup etkilendiğim o hikayenizi anımsarım: Zira ‘’haksızlığa tahammül edemeyen şair’’ diye okumuştum ben sizi. Müdürünüzün haksız yere vazifesinden alınması üzerine memuriyetinizden istifa etmişsiniz.

Hem bu hikayenizi bilmiyor olsaydım dahi ‘’Zulmü Alkışlayamam’’ şiiriniz de, bu konuya dair duruşunuzu belli ediyordu zaten.

Bugün zulmü alkışlayanlarla aynı dünyada nefes alıyoruz biliyor musunuz? Hakk için atılan nârâlarım sessiz kalınca bazen, ‘keşke’ diyorum: Keşke şimdi Süleymaniye Kürsüsü’nde ‘’ Öyle ta’zîb-i nigâh eyleme bedbîn olarak’’ dese bir ses bana. Sizin sesinize, sizin sözünüze öyle ihtiyacı var ki insanlığın. Âti karanlık, fakat azmi bırakamıyor yaradanın vaadini bilen. Siz de ‘alçak bir ölüm’ dersiniz buna zaten. Bu yüzdendir ki bu ümmetin imân etmiş bir ferdi olarak azmetmeye devam ediyorum. Çalışma masamda asılı ‘sakın ümitsizliğe düşenlerden olma’ ayeti…Kulağımda hep bir Mehmet Âkif dizesi: ’’ Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun. Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!’’

Sizinle bizzat tanışmayı gerçekten çok isterdim. Fakat bir insan yokken de nasıl var olabiliyormuş onu öğrettiniz siz bana. Sanki sizinle ezelden tanışığım da; özellikle zor zamanlarımda dizinizin dibine çöküp, sizden nasihatler dinleyerek kendime geliyormuşum gibi hissediyorum hep. Bu yüzden üzerimde emeğiniz çoktur. Allah’ın izni ve lütfu ile dünyada elde ettiğim ve edeceğim her ne başarı var ise şayet, bunda sizin katkınız büyüktür. Bu dünyadan geçmiş olmanız benim için büyük bir mutluluk.

Bana kattığınız ve katacağınız her şeyin sizin için cennet vesilesi olmasını ve ‘’kişi sevdiği ile beraberdir’’ hadisi gereğince cennette karşılıklı şiir okuyabilmeyi Rabbimizden murad ediyorum.

En kalbi duygularımla sizi selamlıyorum.

Hürmet ve minnetle…

Melike SOSLU


NOT: Bu mektubum Erzurum Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği ''İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'a En Güzel Mektubu Sen Yaz'' yarışmasında dereceye girmiştir.

 

 

1 Temmuz 2023 Cumartesi

AYETLERDEN BEYTÜLMAKDİS'E




 ''Önce yüreklerimizdeki Kudüs'ü işgal ettiler. Biz savaşı önce kendimizde kaybettik.'' demişti Zarifoğlu. Öyle ise en baştan başlamalıydı yola; kendimizden. Kendimizi tanımanın ve kendimize varmanın yolu da Kur'an'dan geçiyordu. Zira bizi yaradan, bizi bizden iyi bilirdi.

Allah'ın adı ile doğrulmalı, O'nun ilk emrini ihyâ etmeliydik o halde. Okumalıydık; kitabı, kendimizi, kâinatı ve insanlığı. Eğer o ilk emri hakkı ile yerine getirebilirsek şayet, yollarımız zaten hep Beytülmakdis'e çıkacaktı. Yani demem o ki okuduğumuz her ayet doğrudan olmasa da, dolaylı olarak Beytülmakdis'e ulaştırır bizi. Peki ama nasıl?

İlk kıblemiz Mescid-i Aksâ'yı bağrında taşıyan bu kutlu belde, biz Müslümanlar için imânî ve akîdevî bir mesele olarak önem arz ettiğinden, Kur'an'dan öğreneceğimiz iman, ibadet ve itikat esasları bizi Beytülmakdis'e ulaştırır. Kur'an ile tanırız biz takva sahiplerini, kafirleri ve münafıkları. Ona göre seçeriz yol arkadaşlarımızı. Hangi erdemleri kuşanacağımızı ona göre belirler, düşmanımızı ona göre bilip, Rabbimizin bize öğrettiği şekli ile hareket ederiz. Kur'an'daki kıssalardan hissemize düşenlerle, birçok peygambere ev sahipliği yapmış bu beldeye ulaşırız yine. Evvela Adem ile Havva'dan öğrenip âdemiyyeti; İsrailoğulları ile Allah'ın bize verdiği nimetleri hatırlarız. Hz.Musa kıssasında durur düşünürüz misal...Sorarız kendimize ''bizim âsâmız nedir?'' diye. Bu sorunun cevabıyla ilerleriz belki, belli mi olur? Kalpleri hep birbirine benzeyen zalimleri, buna mukabil güzel niyet ve davranış sahibi olanların mücadelelerini görürüz de Kur'an'da; o vakit ''Beytülmakdis için ne yapabilirim?'' sorumuza yanıtlar buluruz belki. Hz. İbrahim'den bahseden bir ayetle 'tek başına ümmet olmak' bilincini kuşanıp Kudüs'ün el-Halil şehrine varırız belki kim bilir. Kim bilir bir ayetle Yakûb'a Yusuf'un kokusunu getiren Allah'a sığınıp ümitlerimizi tazeler, daha hızlı koşarız. Ümmetin kızları bir Hanne olup bir Meryem ile soluklanırken; ümmetin oğulları Zekeriyya'nın duası ile icabet bulur da, Yahya'lar yetişir belki. Kalbimizi Mescid-i Aksâ'ya, yönümüzü Mescid-i Haram'a çevirip Rabbimizin emriyle; Kur'an'daki duaları nakşedersek gönül duvarımıza...O duvarı sağlamlaştırmak için ''bizi yaradan, midemize girmesi gerekeni de bilir'' bilinciyle Kur'an'a koşarız. Oradan yolumuz yine Beytülmakdis'e çıkar ve boykota. Ayet ayet yürür iken bir hadise ilişir belki gözümüz; İsrâ gecesinde Efendimiz'in Cebrail tarafından kendisine sunulan meşrubattan sütü yani doğalı ve fıtratı seçtiğini bildiren hadise. Tekrar tekrar hatırlatırız kendimize şu gerçeği: ''Gıda bozulursa kan bozulur; kan bozulursa kalp bozulur.'' Belki bu gerçek bizi, Beytülmakdis'e dair bunca çalışma varken, neden hâlâ işgalin olduğunu düşündürmeye de yöneltir. Bu vesileyle kalplerimiz düzelirse belki, namazımız da düzelir. Mü'minin mi'racı olan namazımız...

Direnişin şehri olan Kudüs'ü buluruz cihad ayetlerinde ve cihadın sadece cenk meydanı olmadığını, bir duruş sergilemek olduğunu öğreniriz. Azıkların en hayırlısı olan takvâyı kuşanıp, Usame ordusunun tozu ayaklarına bulansın isteyen Hz.Ebubekir misali bir duruşla, dua dua Kudüs'ün tozu ayaklarımıza bulansın isteriz. Kudüs'ün ilk fatihi Hz.Davud gibi, Kudüs ile adı adeta bütünleşmiş olan halife Hz. Ömer gibi, Yavuz Sultan Selim gibi, Selahaddin Eyyubi gibi bir duruş... Böylesi duruş için bir şuur, şuur için de Kur'an'ı anlamak lazım ise şayet; Kur'an ikliminde adım adım yürürken durup dinleneceğimiz en güzel duraktır Kudüs. Durup dinleneceğimiz, bir şeyler öğrenip her defasında yine oradan yola devam edeceğimiz bir durak. 

Melike SOSLU

(Bu yazı Hucurat Hareketi'nin 'Aksa Halkaları'

 projesi kapsamında yazılmıştır.) 



 

 

22 Mart 2023 Çarşamba

KULLUK ZEMİNİMİZDEN KOPUŞUMUZ

 ''Burası dünya, ne çok kıymetlendirdik; oysa bir tarla idi, ekip, biçip gidecektik.'' demişti şair. 

Kıymetlendirmiştik; kendi kıymetimizden, özümüzden, fıtratımızdan, insanlığımızdan ve kulluğumuzdan kopmayı dahi göze alarak hem de. 

Şubat ayında hepimizin sıkça işittiği, gündemimizde dolaşan iki soru vardı: 

-Sesimi duyan var mı?

-Bina mı, yoksa zemin mi önemli?

İlk soru, çaresizliğin ama aynı zamanda umudun yankısıydı; ikincisi ise sebeplerden çareye giden yolun adı.

Herkes susuyordu ve hep bir ağızdan aynı ses: 'Sesimi duyan var mı?'

Derin bir sessizlik kaplıyordu etrafı; asırlardır olduğu gibi.

Bu sessizlik beni Uhud mektebine götürmüştü bir an. Hani ganimet sevdası ile dağılan safların, çözülen ümmetin, belirsizlik içinde sessizliğe büründüğü Uhud'a.

Oradaki sessizliği, bütün seslerin ötesinde bir ses bozuyor ve 'bana gelin!' diyordu.

Peygamber'in çağrısıydı bu.

Kim işitmişti sahi bu çağrıyı, dönüp hiç kimseye bakmadan yukarı doğru çekilenlerden?

Heyhât... Uhud benzeri sınavlardan geçiyoruz bugün, aynı çağrı çağlar dolaşıyor; sesimi duyan var mı?

Uhud'dakilerin hayata dönmesi için ne kadar önemli idiyse o çağrı; bugün üzerimizdeki ölü toprağını atıp hayata dönebilmek için de aynı önemi arz ediyor.

Çağın gürültüsünden sesimi duyan var mı sahi?

Herkes sussun, hep bir ağızdan bağıralım yeniden; belki bozulur kulakları sağır eden bu sessizlik.

Şayet bozulursa bu sessizlik, o vakit sebeplerden çareye giden yola doğru bir adım atıp, ikinci soruyu da sorabiliriz nefislerimize zannımca.

İşin uzmanları bu soruyu nasıl cevaplar bilmiyorum, ama binayı da zemini de inşa eden Allah'ın ayetlerine ve hadislere baktığımızda bu sorunun cevabının evvela zemin olduğunu görürüz.

Bir Müslüman farkında olsa, aslında en sağlam zemin onun zeminidir. Hakkı ile iman edebilse bir insan; o iman yıkılmaz kale. Fakat bunun farkında olamadığımızdan, yıkılıyor binalarımız.

Şöyle bir düşünelim; İslâm'ın özü kelime-i tevhiddir öyle ya... Biz önce ''lâ'' der, Allah'tan başka her şeye ve herkese yüksek sesle 'hayır' diyerek yalnızca O'na iman etmenin sözünü veririz. Ardından 'ilâhe illallah'' diyerek kalbimizi onun aşkı ile doldurur, imanın lezzetini duyarız.

İman...Kökü 'emîn olmak' olan, 'emanet' olan iman...

Köküne yani zeminine inince ne kadar sağlam, ne kadar güzel bir kelime halbuki, öyle değil mi?

Biz o zeminin farkında olsak, mü'minliğin hem ilahi hem de insani olan bir kavram olduğunu fark edip o zemin üzerine çok sağlam binalar inşa edebiliriz. Fakat zeminden haberimiz olmayınca yahut bile bile zemini sarsacak şekilde inşalar yapılınca,binalar yıkılıyor. Hem de öyle bir yıkılıyor ki...

Eğer bir mü'min, 'iman ettim' deyip başta iman emanetine, ezelde verdiği ahde sâdık kalmıyor ve bununla beraber, Efendimizin tabiri ile insanların elinden ve dilinden emin olduğu bir kişi olamıyor ise, kulluk zemininden kopmuş demektir.

O halde mü'min, asırlardır dolaşan o çağrıya kulak vermeli.

İmanın köküne inmeli; bu sağlam zemine Mü'min olan yaratıcısının rızası doğrultusunda sağlam binalar inşa etmeli. 

Aksi halde kulluk zeminimizden kopuşumuz, bizi iki dünyada da hüsrana uğratacaktır.



Melike SOSLU

16 Ocak 2023 Pazartesi

İNSAN



 

''Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır.'' (Asr 1-2)

İnsan; semâvâttan arza, hayvanattan nebâtâta her şeyin kendisi için yaratıldığı ve fakat ziyanda olan insan... Aklı ile bütün varlıklardan ayrılmış, ilâhi kitapta sürekli Rabbinin 'hâlâ akletmez misiniz?' sorusu ile karşılaşmasına rağmen aklını hevâsına esir etmiş, âlemin özü olmasına rağmen özünden uzaklaşmakta ısrarcı olan insan...

Sahi neydi insan, kimdi? Adem ile Havva'dan bu yana kaç çeşit insan gelip geçmişti şu yerküreden..?

Gelip geçmişlerdi de, kaçı ziyanda olanların dışında tutulmuştu peki?

Bilmem, ben bilmem ki. Ben bilmem.  

Tüm bu soruları bir kağıda yazıp buruşturarak önüme atanlara Yûnus misâli verilen bir cevaptır; ben bilmem.

Ben bilmem ki insan kimdir, nedir... Çeyrek asırlık şu ömrümde nice insan tanıdım da, hâlâ bilemedim kimdir insan, nedir...

Aldanan mıdır, aldatan mıdır; kırıp döken midir, kırılıp dökülen midir; gelen midir yoksa giden mi..?

Ateş midir dokunduğu yeri yakan, yoksa su mudur nerede bir ateş görse söndüren... 

Yara mıdır, yâr mı; dua mıdır, imtihân mı yahut arşı ve ferşi inleten kocaman bir âh mı?

Başkalarının mutluluğu ile mutlu olan mı yoksa başkalarının mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmayı arzulayan mı? 

Nedir insan, kimdir? 

Nisyandan türeyen insan... Unutan, erteleyen, terk eden insan. 

Ahdini, benliğini, vicdanını, dünyanın sonlu olduğunu ve fakat onu bekleyen sonsuz bir hayat olduğunu unutan insan. 

Tek damla kan, bin tane kaygı... 

Hani ne söylense tam karşılığı olmaz ya bazı şeylerin; işte öyle bir muammadır insan. 

Zâhirde Müslüman, bâtında münafık; görünürde dost, arkada düşman.

Bir selâya bakan kısacık bir ömür için, ahireti unutan, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, kan dökücü insan...[1]

Geçici menfaatlere; altına, gümüşe, mallara ve evlatlara karşı düşkünlüğü[2] ile tanınan, zayıf yaratılışlı,[3] vefâsız,[4]nankör,[5]şımarık[6]

Bir damla su, apaçık bir düşman…[7] 
Göklerin, yerin ve dağların kabul etmekten çekindiği sorumluluğu, emaneti yüklenen,[8] fakat aceleci[9] ve ümitsiz[10] olan insan… 
Kimisi ahsen-i takvimde, kimisi esfel-i safîlinde… Amma hepsinin  varacağı yer Hakim'in kendisinin şahit olacağı bir yerde. 
Öyle ise mesele insanın ne veya kim olduğunu bilmekte değil; nereye ve kime vardığını bilmekte. ''İman ettim'' diyenin üstünde Müslümanlık adına bir nişâne görebilmekte.

Fakat  Âkifçe bir serzeniştir içimde Müslümanlık da şimdilerde... Hani o der ya: ''Müslümanlık nerede! Bizden geçmiş insanlık bile... Adem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile! Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir; Müslümanlık bilmem amma, galiba göklerdedir...''

 


MELİKE SOSLU 

 
 
 



[1] Bakara 2/30

[2] Âl-i İmrân 3/14

[3] Nisâ 4/28

[4] Yûnus10/12

[5] İsrâ 17/67

[6] Hûd 11/9

[7] Nahl 16/4

[8] Ahzâb 33/72

[9] Enbiyâ 21/37

[10] İsrâ 17/83

MEHMET ÂKİF'E MEKTUP

  Erzurum,20.12.2023   Pek Muhterem Milli Şairimiz, Her ne kadar yıllardır sizin şiirlerinizle hemhâl olup, âdeta sizinle konuşuyormuş...