Eski, çok eski...
Yolda küçüğün, büyüğün önünden yürüyemediği, bayramlarda çocukların "arife çiçeği" diye sevildiği, Ramazan aylarında zimem defterlerinden seçilen birkaç kalb-i mahzunun sevindirildiği günler kadar eski.
Tozlu raflar arasında kaybolmuş füsunkâr birkaç eser karıştırıyorum:
İnsanlar 'ayn-ür rızâ' ile bakarmışlar birbirlerine; kusur görmeden, muhabbet ile bakan gözler.
Kalp Allah'ın evi olduğundan insanlar kelimelerini özenle seçerlermiş konuşurlarken. İncitmemek, incinmemek için.
En güzel ibadet gönül kazanmak olduğundan, kendisi için çırpınan insanların kanatlarını kırmazlarmış.
Güzel severlermiş; yâri de, yâreni de...
Ayrılık gelip çatınca da lambada titreyen alevi dahi üşütürlermiş.
En güzel ibadet gönül kazanmak olduğundan, kendisi için çırpınan insanların kanatlarını kırmazlarmış.
Güzel severlermiş; yâri de, yâreni de...
Ayrılık gelip çatınca da lambada titreyen alevi dahi üşütürlermiş.
Cümlelerin sonunda 'mış-miş' kullanmaktan yoruldum.
Ve ben yanı başımda duran plağı çevirip, bir Neşet Ertaş türküsünde kaybolurken, sizi de birkaç soruyla baş başa bırakıyorum :
Sahi güzel olan her şey neden bu kadar çabuk karışır tozlu raflar arasına?
Pencerelerdeki çiçekleri ne vakit soldurdular mesela?
İnsanlarla konuşan o sarı ve kırmızı çiçekleri...
Ya da tokmaklar ne vakit kaldırıldı kapılardan?
Şimdi 63 yaşını aşmış bir ihtiyara rastlasam, yaşını sorduğumda, Efendimiz 63 yaşında vefat ettiğinden, "haddi aştık" diye cevaplar mı sorumu acaba?
Riya ve gösterişten kaçınan zenginler var mıdır hâlâ, sadaka taşlarını ansamimikalp dolduracak..? Yahut o taşlardan yalnızca ihtiyacı kadarını alacak ef'ide-i hâliseler..?
Yok mu bu suallerime bir cevab-ı müskit?
Yok mu her dem "her şeyi öldürüyorlar" diye umutsuzca mırıldanan yüreğimi teselli edebilecek, göğsüme çiçek niyetine eskinin nahifliklerinden iliştiriverecek bir dil-küşâ?
MELİKE SOSLU