14 Haziran 2020 Pazar

YAŞAMAYA ÖLMEK, YAHUT ÖLMEYİ YAŞATMAK...


Bütün minarelerden aynı anda selaların yükseldiği, her yürekte ay yıldızın gölgelendiği, buruk ama bir o kadar da coşkulu bir gündü ki, kendi içimde bir yolculuğa çıkmaya niyet etmiştim.

O gün soluduğum hava beni tarihin kollarına itiyordu.

O gün işittiğim sesler yüreğimi en derininden titretiyor, bu sesleri bastırmanın yollarını aratıyordu bana.

Ve o gün anlamıştım ki, şahitlik şehitlikten zormuş.

Çünkü şehitlik, bilinçli bir ölümdür.

Şehitlik bir yok oluş değil, yeniden diriliştir.

Şehitlik bir özlem, bir hasret, bir vuslat…

Şehitlik bir kuş misali kanat çırpıp, en güzele varmak…

Şehitlik özgürlük,

Şehitlik ölümsüzlük…

Peki ya şahitlik ?

Şahitlik birkaç buğulu gözde kaybolmak,

Şahitlik birkaç çocuk sesinde yerle bir olmak,

Şahitlik dağlanan yüreklerle dağlanmak…

O halde heybem sağlam olmalıydı.

Şehitler nasıl ki birçok ayeti yaşatırcasına yaşıyorlardı, şahitler de öyle yapmalıydı…

Niyetimi edip, kararımı vermiştim.

Ve bir ayetle çıkmıştım yola:

‘’Kararını verdiğin zaman artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.’’

Bu yolculukta vahiy haritam, Nebi kılavuzum, akıl pusulam, iman sermayem, amel azığım, sevgi de yakıtım olacaktı.

Ben şehadet yolunun neferlerini tanımaya gidiyordum.

Şehadeti ömür boyu kuşananları, ölmeyi yaşayanları içimde yaşatmaya, belki de onlarla dirilmeye gidiyordum.

İlk durakta bir Yıldız…

‘’Her yolculuk, yeni bir dünyaya açılır.’’ diyor, bir Afganistan yolculuğunun cennete açılışıyla, hüzünlü bir veda cümlesiyle yürüyüp gidiyordu:

‘’Hoda Hafız Biraderani Mücahid!’’,

O gidiyor, bir ses yükseliyordu uzaklardan:

‘Metin, dur!’

‘Metin, dur!’

‘Metin, dur!’

Ardından silah sesleri, haykırışlar ve uçuşan güvercinler…

Koşuyor, koşuyordum.

Bir cami avlusuydu varışım. Bir taş, bir kan kırmızısı, bir hüzün…

O sesler susmuştu belki ama, Metin konuşuyordu hâlâ... 

Tıpkı bir sonraki durakta rastladığım, 16 kurşunla dirilen, dirildikçe dirilten bir özgürlük savaşçısının da dediği gibi:

‘’Zulüm kısmak istediği sesi nara yapar. Ve bazı ölüler, yaşayanlardan daha yüksek sesle konuşur.’’

Yüreğimin yükü ağırlaştıkça ağırlaşıyor, ‘’şehitler konuşur, şahitler susarmış meğer’’ diye mırıldanıyordum kendi kendime…

Filistin’in eşiğinde, yaşlı bir adama rastlıyordum.

Bir derdi vardı. Bir davası, bir şikayeti…

‘’Ey Allah’ım!’’ diyordu.

‘’Ümmetin suskunluğunu sana şikayet ediyorum!’’

Ve devam ediyordu haykırırcasına :

‘’Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helak olmuş ölüler!

Hala kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felaketler karşısında ?

Bir halk yok mu? Hiç mi kimse yok, ALLAH için ve ümmetin namusu için kızacak, şerefli direnişçilerken bizleri katil teröristler olarak ilan edenlere karşı duracak ?

Bu ümmet utanmaz mı, şerefi çiğnenirken, Siyonist katilleri ve uluslararası işbirlikçilerini görmezden gelirken?

Omuzlarımıza el verecek ve gözyaşlarımızı silecek bir bakış…’’

Bu seslenişle şahitliğime yüklenen sorumluluklar sanki daha da büyüyordu.

Bu şikayet ‘’Selahaddin yok diye KUDÜS yetim kalamaz!’’ dedirtiyordu bana.

Bu dua, duayı edene rastlamadan evvelki mırıldanışımı haklı çıkartıyordu adeta.

Ve son durak…

Son durakta bir genç, beni bir soruyla baş başa bırakıyor, zaman duruyor, kelimeler boğazımda düğümleniyordu…

‘’Şehadet mi, annem mi?’’

Şimdi nasıl dönmeliydi bu yolculuktan ?

MELİKE SOSLU


*Bu yazım, Erzurum-Atatürk Üniversitesi'nin katkıları ile çıkan FARUK Dergisi'nin 1.sayısında yayınlanmıştır.


MEHMET ÂKİF'E MEKTUP

  Erzurum,20.12.2023   Pek Muhterem Milli Şairimiz, Her ne kadar yıllardır sizin şiirlerinizle hemhâl olup, âdeta sizinle konuşuyormuş...