14 Ağustos 2021 Cumartesi

KUDÜS'TE KIYMETLİ BİR DÜKKAN

 


Filistin’de var olduğu günden bu yana sürekli genişleme politikası izleyen İsrail, bu ilhak siyasetinde Kudüs bölgesine özel önem vermektedir. Özel bir statüsü bulunan ve bu statünün sürdürüldüğü Kudüs’ü ele geçirme hedefi ile İsrail, 1967 savaşı üzerine Doğu Kudüs’ü de işgal edince, tümüyle işgal planını uygulama zemini bularak, bölgeye Yahudi yerleştirilmesine ve daha fazla Kudüs topraklarının elde edilmesine özel bir çaba göstermekle beraber, bölgede birçok hukuksuz politika uygulamış ve günümüzde de uygulamaya devam etmektedir. İşgal altındaki Doğu Kudüs’te zorunlu sürgün politikaları, kolektif cezalandırma, ev mühürleme ve yıkma bunlardan bazılarıdır. Bu uygulamalardan bir tanesi de bölgedeki Müslüman esnafı oradan çıkarmak istemesidir. Bugün buna stratejik konumu oldukça önemli olan tarihi bir dükkanın sahibi Filistinli Emad Abu Khadejih ile şahit oluyoruz. Gelin evvela bu dükkanın önemini hep beraber öğrenmeye çalışalım…

Kudüs’te eski şehir bölgesinde bulunan bu dükkan Mescid-i Aksa’nın Silsile Kapısına 40 m, Burak Duvarı’na ise birkaç adım uzaklıktadır. Doğu Roma İmparatorluğu’ndan Haçlılara, Eyyubilerden Memlüklü ve Osmanlı’ya kadar birçok medeniyet tarafından kullanılan bu dükkanın sağında Memlüklerden kalma Taştemuriye medresesi ve medresenin önünde istiridye kabuğu formlu bir sebil bulunmaktadır. Dükkanın solunda ise Memlüklerin emirlerinden Seyfettin Taz tarafından yaptırılan iki türbeli Taziye Medresesi bulunmaktadır.

Dükkanın ortasından yeraltına bir kapı açılır ki; burada Kıyame Kilisesi, Burak Duvarı, Mescid-i Aksa avlusu gibi Kudüs’ün farklı yerlerine uzanan tüneller mevcuttur.

İşte tüm bu özellikleri dolayısıyla İsrail bu dükkan için Emad Abu Khadejih’e 24 milyon dolardan 40 milyon dolara kadar birçok teklifle gitmişse de çocukluğundan beri orada çalışan Emad amcamız baba yadigarı bu dükkan için sunulan teklifleri her defasında ‘’Burası benim değil, Allah’ın’’ diyerek reddetmiştir. Yaşadığı maddi sıkıntılara rağmen Roma’dan kalan sütunlara elleriyle vurarak ‘’Ben bu sütunlar gibiyim. Kudüs’te doğdum ve inşaAllah burada öleceğim’’ diyerek hâlâ kendisine çok güzel hayat şartları sunacak milyon dolarlık teklifleri reddetmektedir.

Beşik tonoz taş örgü tavanı altında Türkiye’den giden herkesi kendi evinde gibi ağırlayan bu asırlık dükkanın sahibi Emad Abu Khadejih tam bir Türkiye sevdalısıdır. Kudüs’ü karış karış gezdikten sonra dinleneceğiniz ilk durak olan bu dükkanda Türkçe ezgilere eşlik edebilir, Türkçe dersi vermek için gönüllü çalışan gençleri hayranlıkla seyredebilir ve hatta Nasreddin Hoca’nın cübbesiyle kavuğuna bile rastlayabilirsiniz.

’Bu topraklarda halkı kucaklayan ve insanca muamele eden son devlet Osmanlı’ydı. Osmanlı’nın geri dönmesini ne kadar temenni ettiğimi anlatmam imkansız.’’ diyerek duygularını ifade etmeye çalışan Filistinli amcamız, dükkanını TİKA’nın restore ettiğini gösteren belgeyi üzerine astığı bir bez parçasıyla saklamak zorunda kalsa da bu üstü örtülü belgenin üzerinde asılı duran Abdulhamit Han portresiyle duruşunu bir kez daha belli etmektedir.

Her köşesinde bir Türk izine rastlayacağınız bu dükkanda Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın kocaman bir portesi de bulunmaktadır. Türkiye ve Erdoğan sevgisine sadece bu dükkanda değil, o bölgede bulunan birçok dükkanda rastlayabilir ve hatta Erdoğan marşı bile dinleyebilirsiniz.

Fakat tüm bunlar İsrail’in dükkanınıza baskın yapması için güzel bahaneler olacaktır.

Öyle ki birkaç gün önce Recep Tayyip Erdoğan’ın portesini bahane ederek Emad amcanın dükkanına yapılan baskın, sabah saat ondan ikiye kadar sürmüş, çeşitli bahanelerle birçok ceza yazılmıştır.

Elektrik ve aylık vergi dışında, yazar kasa mevcut oluğu halde olmadığı iddiasıyla yazılan cezadan buzdolabının dışarıda olmasına kadar birçok saçma gerekçeyle yaklaşık 800 bin TL ceza yazmışlardır.

Bugün katıldığı canlı yayında Türkiye’ye şöyle seslendi Emad Abu Khadejih:

‘’Belediyeden izin almadan dükkanın içinde tamirat yapmama izin yok. Doğalgaz tüplerine el konmasına rağmen onlar için de ceza kesildi. Dükkanda çay ve su dışında bir şey satamam, izin almak zorundayım. Benim için önemli olan bi şeyler satmak değil, bir şeyler satamasam da bu dükkanı kapatmak istemiyorum. Bu dükkan çok önemli bir konuma sahip. Hiçbir vakıf, dernek vs yanımda durmuyor, çok kötü durumdayım. Bu cezaları 45 gün içerisinde ödemem gerekiyor. Yardımınıza ihtiyacım var. Bu cezaları ödemezsem dükkanı kapatmak zorunda kalırım. Yurtdışına çıkamam, hiçbir yere gidemem. Ben özellikle Türkiye’ye gitmeyi çok istiyorum.’’

Tarih kokan o dükkanın ruhuna, Emad amcanın Türkiye sevdasına ve kararlı duruşuna şahit olmuş biri olarak size tüm bu cümleleri iletmeyi bir vazife bildim kendime.

Günümüzde hâlâ araştırmadan, kulaktan dolma bilgilerle ‘’Filistinliler topraklarını sattı’’ yalanına inananlara karşılık; asırlık dükkanıyla ve kararlı duruşuyla en güzel cevabı veren Emad amcanın sesine ses olmak, düşülen bu yanlışı telafi edebilmek adına belki de güzel bir fırsattır.

Yıllardır Türklere ev sahipliği yapan, tarihimizi ve bizim kutsalımızı muhafaza edebilmek adına mücadele eden bu amcamıza yardım etmek hepimizin boynunun borcudur.

O halde el ele verip gür bir sedayla bağırmanın, birlik olmanın vaktidir.

Temel amaçları Müslüman halkların Filistin davasına ilgilerini zayıflatmak ve Filistin halkının mağduriyetine bigane kalmalarına sebep olmak olan Siyonistlerin ortaya attıkları asılsız iddiaları yok etmenin vaktidir.

Filistin davasının kuru bir toprak meselesi veya sadece Filistinlilerin omuzlarında taşıması gereken bir dava olmadığını; bu davanın ümmeti ilgilendiren ve inançla bağlantılı bir dava olduğunu göstermenin vaktidir.


MELİKE SOSLU


NOT: Yardım için mesut.eryatan veya khanalquds instagram hesabıyla iletişime geçebilirsiniz.

25 Temmuz 2021 Pazar

HİSSÎ BİR ŞEYLER YA DA HİSSİYÂTSIZ BİRİLERİ

Gözlerimi bir selâ sesiyle açmıştım. İmamın sesi bir anne ve çocuğunun sesini haykırıyordu sanki; öyle içten, öyle hüzünlü… Bir anne ve çocuğunun sesi dedim çünkü bir anne eşini, bir çocuk babasını kaybetmişti. Kim, ne kadar anlayabilirdi ki onları… Kaç insan bir hastane koridorunda üç saat içinde sevdiği insanı ebediyete uğurlamıştır ki?  Tüm bunları düşünürken yüreğime işleyen selâyla bir soru kemiriyordu aklımı: gidene mi zor, yoksa kalana mı?

Ben bu sorunun cevabını ararken, ölüm haberini duyan teyzelerden biri ‘kadına bi şey olmaz, devlet bakar’ deyiverdi. Sahi, her şey tam da bu teyzenin dediği kadar mıydı şu dünyada… İnsanoğlunun derdi yalnızca bir karın tokluğu muydu? İki pahalı eşya, iki kuruş para mıydı? Yoksa gönül tokluğu muydu önemli olan?

Bana soracak olursanız gidene de zordur, kalana da… Giden için her ne kadar bir vuslat gerçekleşmişse de, bu dünyada elbette yaşayamadıkları vardır, geride bıraktıkları, henüz doyamadıkları… Kalan içinse koskoca bir boşluk vardır artık yüreğinin bir köşesinde.

İnsanlar hep alışmaktan söz ederler… Ya da unutmaktan… Acı için hep bir müddet sabretmek vardır şu dünyada, biraz dişini sıkarsın sonra alışır ve nihayetinde unutursun. Ama hisli bir yürek taşıyana ne alışmak vardır bence ne de unutmak…

Evet Allah’tan geldik ve yine O’na döndürüleceğiz, işte insanın yapabildiği tek şey buna iman etmektir yalnızca.

Acı ise hisli bir yürek için her dem bir sızıdır, sürekli sabretmek zorunda kaldığı.

Aslında bunca acı duyacak kadar sevmemizi gerektirecek bir yer de değil dünya…

Şair diyor ya hani:

‘’ Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.

‘O olmazsa yaşayamam.’ demeyeceksin.

Çok sahiplenmeden, çok ait olmadan yaşayacaksın.

Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,

Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.

İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...’’

Peki böyle bir dünyada, o hisli yüreğin her dem sızlayan acısı da neyin nesidir?

Siz bu sorunun cevabını düşünedurun, ben de bugün beni uyandıran davul zurna sesinden devam edeyim.

Evet daha dün bir selâ sesiydi beni uyandıran, bugünse davullar zurnalar…

Dünyanın her köşesinde, milyarlarca insanın her biri bir duyguyla boğuşuyor.

Birisi hayaller kurup mutluluğa doğru adım adım yürürken, öteki ölen hayallerinin yasını tutuyor.

Bir yerde bir bebek ağlıyor, gözlerini dünyaya yeni açmış; öte yanda feryatlar yükseliyor dünyaya gözlerini kapamış bir insanın ardından…

Biri gelirken, öteki gidiyor; biri gülerken, diğeri ağlıyor.

Ve tüm bunları temaşa eden hisli bir yürek, Mustafa Cihat'tan Dünya isimli bir ezgiyi tüm insanlığa armağan edip, şunu hatırlatarak sizi düşünmeye davet ediyor:

‘’Bir selâya bakar göç dediğin…’’


MELİKE SOSLU 

 

18 Mayıs 2021 Salı

UYANIN!



''28 Ramazan'da İsrail, Mescid-i Aksa'ya saldıracak..!''

Bu cümle Ramazan'ın başından beri içime oturmuştu. Korkuyordum, çok korkuyordum. Hani bir anne evladının başına gelebilecek olası kötülüklerden dolayı endişe duyar da, ne yapacağını bilemez ya... Öyle korkuyordum. Ramazanın sonlarına doğru yaklaştıkça, Allah'a daha fazla nasıl yalvarabilirim diye kendimi sorgulayışlarım artıyordu. Bu olası tehlikeyi nasıl duyurabilirdim ki insanlığa? Çünkü insanlık susuyordu, sağırdı insanlık...

2018 yılında gerçekleştirdiğimiz Kudüs yolculuğumuzda bize adeta rehberlik eden, kendini Kudüs'e adamış, yıllardır orada yaşayan, Bingöllü, kocaman yürekli Mesut abimiz hemen her Cuma yaptığı canlı yayınla bizi Kudüs'e götürür, bir nebze olsun hasretimizi giderir, yüzümüzü güldürür, Cumamızı Cuma ederdi.

Yine öyle bir Cumaydı. Heyecanla o canlı yayını bekliyordum. Cuma, müminin bayramıdır ya hani, benim çocuk kalbimin bayramlığı da o canlı yayında Aksa'mı doya doya seyretmekti.

25 Ramazan 1442 Cuma...Daha sabahında uyku tutmamıştı beni, bir şeyler hissediyordum...

Saat 04.46 idi. Sabah namazını kıldım, müezzinin ''hayyal el felah'' nidasına sığındım ve sonra oturup bir şiire ağladım... ''Gazzeli Yusuf, oğlum...'' diye başlayan mısralara gözyaşlarımı bıraktım. Sonra Mesut abi beklenen o canlı yayınları yaptı gün içinde, içim huzurla doldu. Bu huzurla Ramazan'ın Cumalarını değerlendirmek adına bir grup liseli gençle yaptığımız online tefsir dersine hazırlanıyordum. Derken, Mesut abinin tekrar canlı yayın başlattığı bildirimi geldi. ''20 dakika daha doya doya Aksa'mı seyretsem, derste dilimin bağı çözülür, Aksa'm gözüme fer, dizime derman olur'' diye düşünerek açtım canlı yayını... Gülen gözlerle açtığım o yayını ağlayan gözlerle izledim. Gözümün feri söndü, dizimin dermanı kesildi. Ciğerimi söktüler sanki. İçimdeki o korku vardı ya hani, annenin evladına duyduğu o korku...İşte o korku bütün iliklerime kadar işlemişti. Gözümün nurunu, gönlümün huzurunu incitiyorlardı.

İsrail saldırılara başlamıştı.

Derse girdik, gözyaşlarıyla, fetihlerle kıyama durduk. Ne yapabilirdik ki o an duadan başka... Elimiz kolumuz bağlıydı sanki...Ah, Aksa'nın bahçesinde dolaşan ambulansların siren sesi yüreklerimizi inletiyordu.

Kadir gecesiydi...Kur'an'ın indiği o kutlu gece...Saldırılar durmuş, İsrail güç gösterilerini yapmış, müminlerse duruşlarından hiç taviz vermemiş Kıble Mescidin'den Kubbetüssahra Mescidi'ne kadar kıyamdalardı. Öyle bir tabloydu ki gördüğüm, günlerdir içimi kemiren o korkunun ardından adeta şu mısraları haykırıyordu yüreğime:

''Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır. 

Gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır.

Yanmışsam, külümden  yapılan bir hisar vardır.

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.''

O gece de sabaha kadar dualar ettik. Zalimler için ''ya Kahhar'', kardeşlerimiz için ''ya Hafîz'' dedik, secdeye kapandık.

Ve o beklenen gün gelmişti;28 Ramazan 1442...

Saat 03.52...Mesut abi yine canlı yayındaydı. Bugünü bekleyen Müslüman kardeşlerimizin her biri Aksa'nın bir köşesinde nöbet tutarak yapıyordu sahurunu. O altın kubbe manzarasına kurulan sahur sofrası var ya... Vallahi en güzel, en doyurucu sahur sofrasıydı, en büyük nimetti. Orada olanlarla beraber Mesut abi sayesinde, bizler de onlar kadar olmasa da midemizle birlikte yüreklerimizi de doyurmaya çalışıyorduk.

Ve saat 04.36... Mesut abi işgalci İsrail askerlerinin yavaş yavaş geldiğini söylüyordu.

Yayındaki görüntüyü mü merak ediyorsunuz? Filistin'in mücahidleri, mücahideleri kıyamdaydı...

Saatler geçiyordu...

06.14 / Aklımızla, kalbimizle, dualarımızla nöbetteydik.

06.30 / Fetih suresinin her bir ayeti boğazımda düğümleniyordu.

Gözlerim gidiyordu uykusuzluktan, ama canla başla, heyecanla ayakta duranları gördükçe kapanan gözlerimden utanıyordum.

Ve işte o an...Mesut abinin bağırışlarıyla aniden ayağa kalkıyorum. ''Allahuekber'' nidaları yüreğimde inliyor. 

Herkese bağırmak istiyorum. İnsanlar uyuyor. ALLAH İÇİN UYANIN diyorum, kimse duymuyor.

Uyanın! Taşlar silahlarla savaşıyor... Uyanın! Onurumuz, şerefimiz, namusumuz, göz bebeğimiz ölüyor diyorum kimse duymuyor.

Saat 08.50... Mescid-i Aksa'da ortalık savaş alanına dönmüş durumda.

10.26 / Baskın değil, katliam var Mescid-i Aksa'da...

Uyanın! İşgalci bir Yahudi arabasıyla zalimce Filistinli kardeşlerimizi eziyor.

10.35 / Uyanın, işgalci askerlerin ayakları altında inleyen çocuklar var..! Sedyenin üzerinde anneler, babalar, dedeler... Uyanın, Allah için uyanın diyorum, kimse duymuyor.

Mescid-i Aksa minarelerinden bir feryat eşlik ediyor feryadıma:

''Nerede Selahaddin, nerede Müslümanlar, şerefim çiğneniyor.'' nidaları yürekler parçalıyor ama

yine duymuyorlar...

Kudüslü bir anne dünyaya sesleniyor: ''nerede İslam alemi?' Bu nazilerin elinde bizi yalnız bıraktınız.Bizi bunların eline bırakanlara lanet olsun'' diyor duymuyorlar.

Haremimize saldırıyorlar... Kıble mescidinin canı yanıyor, camlarını kırmışlar... Uyanın, mabedimin göğsüne namahrem eli değdi diyorum, duymuyorlar.

Saat on ikiye geliyor...Uyanıyor insanlık yavaş yavaş. Ama bazıları ''Allah yardımcıları olsun'' deyip tekrar uyuyorlar.

Ağlıyorum...Ruhum bedenimden ayrılıyor, duyduğum bazı cümleler karşısında... 'Uyanın!'' feryatlarım altında eziliyorum.

Cümlelerin boynu bükük, kelimeler yetersiz...Ama susamıyor, birkaç satır iliştiriyorum beni duyabilecek insanların gözleri önüne:

'' ''Allah yardımcıları olsun'' değil, ''Allah yardımcımız olsun''...!

Bunu söyleyip rahatça sıcak yataklarında uyuyabilenler var ya, vallahi Allah hesabını soracak!

Yıkılmaya çalışan bizim kutsalımız! ''Allahuekber'' nidalarıyla canla başla mücadele edenler bizim Müslüman kardeşlerimiz! ''

Ben burada gördüğüm, duyduğum bazı cümlelerle yaralanıyorum; Mescid-i Aksa zalimin ateşiyle yaralanıyor.

Ah, her yer savaş alanına dönmüş. Benim gittiğimde dokunmaya kıyamadığım o Efendimiz zamanından kalma taşları, işgalciler devirmeye çalışıyor. Kudüs TV muhabiri soluk soluğa... Ekrandan taşları okşuyorum. Ben yaralıyım, dağ taş yaralı, ümmet yaralı... Eyyub as ın duasına sığınıyorum: 

''Ya Rabbi! Bu dert bana iyice dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.''

Sanki duam kıyam oluyor birden... Bir direnişin ardından kutlu bir namaz kılınıyor.

Az önceki savaş alanından eser yok. Henüz on üçünde on dördünde küçücük çocuklar yine taşlarla silahları yenmiş, anında sarmışlar mescidimizin yaralarını ve hemen kıyama durmuşlar...

Allahuekber...!

77 kişiyle takip ettiğimiz canlı yayını milyonlar takip ediyor... Sesimizi duyanlar var...

Kocaman bir hamd kaplıyor içimi. Ama işgalci İsrail durur mu?

Zulme devam... İki çocuk hastanede kanlar içinde...

O çocuklardan af diliyorum. Susanlara öfkeliyim... Ah be çocuk diyorum, affet...Senin sapan taşınla verdiğin mücadeleyi, insanlık hakkı haykırmak için bile veremedi, affet...

Yüreğimizde tüm zamanların en hüzünlü kelimesi; Kudüs...

Çiçek gibi şehrin çiçekleri soluyor...

Duramıyordum...O çiçekler gözümüzün önünde bir bir soluyorken, ben burada böyle duramıyordum.

Yine yükseldi sesim...Sesim kısılana, içimdeki yara biraz olsun kabuk bağlayana kadar bağırdım:

'' #KudüseYürümekİstiyoruz ''

Sesime ses katanlar da oldu, Furkan suresi 63.ayette Rabbimizin emrettiği gibi ''selam'' deyip geçtiklerim de...

Yaram mı? O yara ancak kendimi çağlayan bir ırmağa bırakıp memleketime yeniden vardığımda kabuk bağlayacak.

Ne zaman ki Kudüs bana ''artık gelme vakti'' ''o vakit geldi de geçiyor'' diyecek de ben bir kum fırtınası misali ona varacağım, işte o vakit kabuk bağlayacak.

Hanzala olup yalınayak koşarak varıp eşiğine alnımı koyup, duvarlarına dokunduğumda, gidemediğim günler adına İslam'ın güneş yüzlü çocuklarından özür dilediğimde, onları kucakladığımda, murabıtlarına murabıtalarına Eyyubi müjdesini ulaştırdığımda kabuk bağlayacak...

Şimdi o yara Aksa'da yanan kocaman bir ağaç gibi bağırıyor içten içe:

''Yetiş ey keştibânım, büsbütün deryâda yangın var,

Değil deryâ yalınız cümle hep sâhrada yangın var.''


MELİKE SOSLU


*Bu yazım, Haziran 2021'de Diriliş Nesli Dergisi'nde yayınlanmıştır.


13 Mayıs 2021 Perşembe

 

"Ben öyle bilirim ki; yaşamak, berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır." der şair...

Kendimi bildim bileli bu söz hayatımın gayesini teşkil eder...

Nereye gitsem, bir çocuk kalbi düşüverir kalbime. Ve ardından dünyada yaşanan hiçbir kötülüğün farkına varamayacak kadar çocuk olabilmeyi dilerim. Çocuk olmanın huzuruna inanırım hep. 


Öyle ya, elini uzatırsan, çocukluk, vicdan barındıran bir el...

Yüreği yüreğinde atabilirse, içinde merhamet olan bir yürek...

Ve gülümseyebilirsen, gülüşünde samimiyet taşıyan bir yüz...

Var mı bundan daha güzeli...? 


Bugün bayram... Bayramda çocukluk, yeni kıyafetlerini başucuna koyup heyecanla uyumak... 

Bayramda çocukluk, sevinç, heyecan, neşe, umut... 

Ve Filistin'de çocukluk bayramlık kıyafet yerine kefen giyip cennete koşmak Hamza gibi... 

Filistin'de çocukluk sapan taşıyla zalime karşı mücadele edebilmek;

Sa'd b. Ebi Vakkas, Zeyd b. Harise, Enes b. Mâlik olabilmektir.


Çocuklar... Bu bayram sizi Filistin'e götüreceğim. 

Bu bayram berrak bir gökte, sizinle aynı heyecanı duymak isteyen kardeşleriniz için beraber savaşacağız.

Önce Mescid-i Aksâ'yı tanıyacağız sizinle.

Siz Mescid-i Aksâ' nın bir mescid olmadığını öğrendiğiniz vakit, belki nice bilmeyenlere bunu öğreterek bir adım atmış olacaksınız.

Sonra 144 dönümlük o arazi, yüreğinizin tamamını kaplayacak.

Miraçta bize verilen hediyeleri öğrenince, Burak olup koşmak isteyeceksiniz belki de Aksâ'nın bahçesinde.

Öyle ya o hediyelerin içinde gözümüzün nuru namaz var.

Namaz size kıyamı öğretecek çocuklar.

İşte o vakit anlayacaksınız taşlar, silahları nasıl yenermiş.

O vakit anlayacaksınız Kudüs fatihi Selahaddin Eyyûbi bu kutsal belde işgal altında olduğu sürece neden gülümsememiş.

Bunları anladığınız vakit, o küçücük yüreklerinizi kocaman bir sevda kaplayacak. 

Küçücük ellerinizi, kocaman dualar etmek için açacaksınız. 

Kaleminiz dua dua bir şeyler yazacak belki... Adımlarınızı daha sağlam basacaksınız yere. 

Selahaddin'i beklemeyip, Selahaddin olacaksınız. 

Ve İnşaAllah, gidip kardeşlerinizin elinden tutacak, ilk kıblemizi özgürlüğüne kavuşturacaksınız. 

İşte o zaman hakiki bir bayrama erişeceğiz. 


|Melike Soslu / 1 Şevval 1442,Perşembe



KUDÜS ÖZGÜR OLANA DEK... 🇵🇸


24 Nisan 2021 Cumartesi

BU BİZİM İMTİHANIMIZ !


''Baksana kim boynu bükük ağlayan?
Hakk-ı hayâtın senin ey müslüman!
Kurtar o bîçâreyi Allâh için,
Artık ölüm uykularından uyan!

Bunca zamandır uyudun, kanmadın;
Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa,
Sen yine bir kerre kımıldanmadın!

Ninni değil dinlediğin velvele...
Kükreyerek akmada müstakbele,
Bir ebedî sel ki zamandır adı;
Haydi katıl sen de o coşkun sele.

Karşı durulmaz, cereyan sîne-çâk...
Varsa duranlar olur elbet helâk.
Dalgaların anlamadan seyrini,
Göz göre girdâba nedir inhimâk?''

Mehmet Akif Ersoy'un bu mısralarını haykırmak istiyorum bütün insanlığa. İçimde sesler susmuyor. Çocuk feryatları duyuyorum her köşeden. Oturduğum iftar sofrasından utanıyorum. Sahurda sabah acıkmamak için yediğim her lokmadan, başımı koyduğum yastıktan utanıyorum. Derdimden, gözyaşı döktüğüm meselelerden utanıyorum. Utanıyorum sessiz kalan insanlıktan. Utanıyorum Şeyh Ahmed Yasin'in ''Allah'ım!Ümmetin suskunluğunu sana şikayet ediyorum'' diye başlayan duasından. Utanıyorum sapan taşıyla mücadele veren küçük çocuktan. Utanıyorum...

Bir Ramazan ki, Gazze ve Kudüs kıyamda, ama İslam alemi uykuda...

Bir yerde Müslümanlar ''birruh biddem nefdike ya Aksa-Ruhum kanım canım sana feda ey Aksa'' diye haykırıp canları, malları pahasına Mescid-i Aksa'yı, kutsalımızı savunuyor...Öte yanda aynı Müslümanlar şairin de dediği gibi ölüm uykularında.

Ama öyle ya ''önce yüreğimizdeki Kudüs'ü işgal ettiler. Biz savaşı önce kendimizde kaybettik!''  

Biz, Allah'a ve resulüne imandan sonra gelen, dininin direği namaz olan Müslüman kardeşimize 'namaz kılıyor musun?' diye sormaya başladık. Namazın müminin miracı olduğunu unuttuk.

Şükretmeyi, yardımlaşmayı, kardeşliği ve belki de bir kalbimiz olduğunu unuttuk.

Unuttuk Rabbimizin ilk emri olan ''oku''mayı. Unuttuk bu ümmet için, bugünlere gelebilmemiz için verilen mücadeleleri...

Biz sadece Kudüs gündem olunca ''yıkılasın İsrail'' sloganlarıyla vicdanımızın sesini susturmaya çalıştık.

Bazılarımız bunu söylerken neden söylediğini bile bilmedi. Bir sürü psikolojisine kurban gitti.

Bir saat içinde Kudüs gündem olmaktan da çıkınca, bu kez yine aynı psikolojiyle alnı secdeye varan insanlar ''Biz Filistinlilere yardım etmeyeceğiz, zaten topraklarını sattılar, vatanlarını savunmadılar.Yaşadıklarını hakettiler.'' demeye başladılar.

Halbuki İsrail'in yıllardır hedefine ulaşmak için yaptığı şeylerden biri de ortadaki mücadeleyi toprak kavgası olarak göstermeye çalışmaktı. Çünkü İsrail, bir buçuk milyarlık Müslüman'ı karşısına alarak ilerleme katedemeyeceğini bilmekle beraber onları parçalamanın iyi bir yöntem olduğunun da farkındaydı.

İşte bizler de burada yine bir şeyi unutuyorduk. Eğer Müslüman ''Filistinliler topraklarını sattı'' derse, ''İşgalci İsrail'' diyemez! O zaman İsrail işgalci olmaz, parayla satın alıp oraya yerleşen bir ülke olmuş olur.

Bir şey daha var... Yeryüzünde en fazla mültecinin Filistinliler olduğunu biliyor muyuz? Eğer Filistinliler topraklarını sattıysa neden binlerce Filistinli bu konuma düştü?

Biz sanıyor muyuz ki Yahudiler yıllarca ''Filistinliler topraklarını sattı'' cümlesini bizim akıllarımıza sokmaya çalışırken kendileri de rahatsız olmadı?

Onlar da bundan rahatsızdır aslında. Çünkü bu söz ''Bu vatan Filistinlilerin ve bu topraklar Filistinlilere ait'' demekti.

Evet o topraklar Filistinlilerin. O topraklar bizim...

O topraklarda peygamberlerin, sahabenin ayak izleri var.

O topraklarda kutsalımız var.

Selahaddin Eyyubi'nin ''Kudüs işgal altındayken ben nasıl gülebilirim ki?'' diye haykırışı var.

O yüzden bu mesele sadece Filistinlilerin meselesi değil, bütün ümmetin meselesidir. Hem de en esaslı meselesi, kırmızı çizgisi...

O yüzden artık uyanmalı uykudan. Ninni değil bu dinlediğimiz velvele...

Filistinliler Allah yolunda canla malla mücadele ederek cihat vazifelerini yerine getiriyor.

Bu, defalarca başına yıkılan evini yeniden inşa etmek için her defasında içini umutla dolduran, ayakta kalmaya çalışan, hakiki bir namaz bilinciyle kıyamda durabilen Filistinli bir babanın imtihanı değil; çocuğunu bunlardan haberdar etmeyen babanın imtihanıdır.

Bu, verdiği bütün mücadeleye rağmen çocuğunun cansız bedenini kucağına alıp ''Allahuekber'' diye gözyaşlarıyla teslim olan annenin değil; Hanne'nin bu uğurda Meryem'ini adayışından bîhaber olan annenin imtihanıdır. Evladına Meryem ismini koymayan, Meryem gibi bir evlat yetiştiremeyen anneden bahsetmiyorum. Çünkü her anne ister Meryem gibi bir evlat... Ama her anne düşünemez Hanne olmayı.

Bu, okuluyla, eviyle, sevdikleriyle her daim mücadele halinde olmasına rağmen üç dil öğrenip, Tıp fakültesi okurken bir gece ansızın bıçaklanarak öldürülen gencin imtihanı değil; Mescid-i Aksa'yı bir mescid zanneden, okumayan, araştırmayan,bilmeyen biz gençlerin imtihanıdır.

Bu, kutsalına o kadar yakınken dahi orada gidip koşturamamanın verdiği buruklukla bulduğu en yüksek tepeden Aksasını seyrederek hasret gidermeye çalışan, sapanındaki küçücük taşla yüreğindeki kocaman sevdayı haykıran el-Halil'deki çocuğun imtihanı değil; bir oda dolusu oyuncağa burun kıvıran ve hatta elindeki tablete esir olan çocuğun imtihanıdır.

Vallahi bunların hesabını vereceğiz.

Eğer Allah'ın Rahîm isminin bir tecellisi olarak Müslüman'a karşı merhamet ve dostluk; Allah ve Resul düşmanına karşı tavizsiz bir duruş ve öfke tezahür etmiyorsa bizde, o zaman ilk işimiz kendimizi sorgulamaya başlamak olmalıdır.

Sonra zihinsel bir gidiş, sağlam bir namaz bilinci, dua ve en son Rabbim'in izniyle vuslat...

Zihinsel bir gidiş dedim. Ben size İngilizler Filistin topraklarını işgal etmeden önce 17.000 kitap yazdılar diyeyim. Siz bu gidişin içini doldurun.

Yola varamasak da yolda olmak bizim en büyük vazifemizdir. Zira biz zaferden değil, seferden sorumluyuz.

Yolda olanlara, Selahaddin'i beklemeyip Selahaddin olmak için mücadele edenlere selam olsun...


MELİKE SOSLU

3 Nisan 2021 Cumartesi

BİR YUTKUNAMAYIŞ


 “Kırk cümle kuruyorsun, ağzını açmadan vazgeçiyorsun. İncinme değil bu, insana olan inancını yitirme. Yaranı evde bırakıp çıkıyorsun sokağa. Öyle bir uzaklık ki, şikayetin sularını çoktan geçtin. Hiçbir şeye öfke duymuyorsun. İnsan boylu boyunca bir hastalık. İnsan korku. İnsan yıkım. İhtiraslarının külü insan. İnanmıyorsun artık. Anlamamak değil, inanmıyorsun! Can sıkıntısı değil, inanmıyorsun! Yaşamak korkusu değil, inanmıyorsun!”

Belki de inanamıyorsun. Çünkü Rabbinin ayetleridir güvendiğin…Yeminlerdir Rabbin adına edilmiş, gözyaşlarıdır sevgiyle dökülmüş… Ama diyor ya şair ‘’insan boylu boyuna bir hastalık, insan korku, insan yıkım…’’

Dayamamalı insan insana sırtını. Hele merhametini, iyi niyetini asla göstermemeli. Çünkü vurur insan insanı. Dünyanın en merhametli kalbini taşıdığına inandığınız, ayetlerle örülü bir yürek dahi vurabilir acımasızca bir başka yüreği.

Âh, bu nasıl bir dünya… İnsan insana yük. İnsan insana acı. İnsan insana en büyük hayal kırıklığı.

İnsan insana kapanmayacak bir yara.

Peki ama neden?

‘’Neden’’mi… Neden sorma hakkımız yok ki bizim. Neden yok, inanmalısın artık.

Senin hakkaniyet bildiklerine tıkalı kulaklar… Onların hakkaniyetiyse bu dünya için kanunlaşmış şeyler. Ne kadar duymak istemesen de aç artık kulaklarını ‘’dünyanın kanunu bu’’ymuş.

Yok hayır, kulaklarım duysa, aklım idrak etse…Kalbim inanmıyor. Her vakit okunan ezanlar yüreğime saplanıyor. Kur’an’ın kapağını açarken yutkunamıyorum. Kulağımdan gitmeyen sesler var, susturamıyorum. Öyle alışmış ki içim bir duaya sığınmaya, hâlâ bir insan bir yerlerde düşüp kalacakmış gibi hissediyorum. Ama ardından Allah’a sığınıyorum.

Ve bir dost elini koyuyor omzuma… Âdiyât suresi 6.ayeti iliştiriveriyor yüreğime: ‘’ İnsan, rabbine karşı pek nankördür.’’

Sahi, Rabbine karşı nankör olan insan, insana karşı mı nankör olmayacak?

Bir dilenci geliyor gözümün önüne…Gözlerim ondan çok yalvarıyor ona. Bir dua…Sadece bir dua…

İnsanlar çalıyor kapımı, aminler getiriyorlar hâlâ…

Ama hasta öldü.

Hasta mı öldü bilmiyorum, ama öldü.

Hayaller öldü onunla birlikte. Ümitler öldü. Emekler öldü. Kocaman bir sabır selamete varamadan öldü.

Şimdi kaskatı kesilmiş bir beden… Bir sağa bir sola dönüyor. Yüzü avuçlarının arasında, neye ağladığını bile bilmeden ağlıyor.

İnsanın koşup da varabildiği tek yer Rabbidir, bunu bir kez daha iliklerine kadar hissediyor. Koşup varıyor Rabbine.

Kulu yaralı bir şekilde açıyor ellerini, ne söyleyeceğini bile bilmeden… ‘’Ya Rabbi!’’ diyor, yutkunamıyor. Anlatmaktan yorulmuş, anlaşılamamaktan yorulmuş. Susuyor kul Rabbinin karşısında. Hüngür hüngür ağlayarak ıslatıyor seccadeyi. Ama biliyor anlatmasına gerek olmadığını, biliyor anlaşıldığını…

‘’Göğsünün daraldığını biliyoruz’’ diyor Rabbi… ‘’Rabbin için sabret.’’

Sabret, ama bu kez yara almaya değil, yaranı kanatanların hesabının görüleceği gün için sabret.

Bu kez insanlara değil, insanlığın gerçekten öldüğüne sabret.

Kes bu dünyadan ümidini. Öyle ya, mutlu olsan da her şeyin sonu olduğu gibi onun da sonu olacağını bil… Bu dünya, imtihan dünyası.

Ve vakit artık Rabbine adanma vaktidir.

İlkti, son oldu bak. Rabbin kabul etti duanı. Rabbin, sadece kendisini çok sevmeni istedi senden.

Senin Rabbin yüreğini biliyor, yaptıklarını da.

O’na dayan!

O günü bekle!

İmân et!



MELİKE SOSLU

 

 

 

 

 

23 Ocak 2021 Cumartesi

ESRÂR-I FELÂH


                                

Esrâr-ı felâh… Kurtuluş yolları…

Peki ama neyden, kimden ve nasıl?

Öyle bir çağdayız ki, her geçen yıl bir önceki yılı arıyoruz. Herkesin dilinde şairin o mısraları:

‘’Ben bu çağdan nefret ettim. Etimle, kemiğimle nefret ettim.’’

Evet bu çağdan nefret ettik.

Her akşam başını yastığa koyduğunda vicdan muhasebesi yapabilenler başta olmak üzere, hemen hepimiz bu çağdan nefret ettik.

Nefret ettik ama bu çağı, bu asrı diriltmek için yeterince çaba sarf edemediğimizden olsa gerek, kıyıya vurdu bebek cesetleri… Kapandı kapıları kutsallarımızın. Kilitler vuruldu yüreklerimize. İşgal edildi iyi niyetlerimiz.

Çünkü biz Allah’ın ilk emrini yerine getiremedik. Okuduk, aştık sandık belki birkaç yolu ama aşıp da taşamadık, ötelere ulaşamadık.

Biz hep bilkuvve var olduk yalnız…Bilfiil öldük.

Halbuki günde beş vakit felâha çağırdı hâlik mahlûkunu.

Biz her çağrıldığımızda aşkla koşabilseydik secdeye; alnımızı yere koyduğumuz her vakit dilimizle değil yalnız, yüreğimizle haykırırdık o tesbîhi: ‘Subhâne rabbiyel alâ-Yüce olan Rabbim her türlü noksan sıfatlardan uzaktır.’’

Biz Allah’tan başkasına boyun eğmemek nedir, öğrenmek isteseydik rükûda dururken omuzlarımız hep dimdik olurdu.

Ve biz, duyurmak isteseydik sesimizi; susmamız bile kâfi gelirdi. Yeterdi avuç içimize damlayan gözyaşlarımızı yüzümüze sürmemiz. İşitirdi derdimizi es-Semî olan.

Biz ‘’ümmetim, ümmetim’’ diye ağlayan Rasulün o iki büyük emanetine, Kur’an ve sünnete, sımsıkı tutunabilseydik dertlerimizin çaresini başka yerlerde aramazdık.

İnsan olmanın, en önemlisi insan kalmanın bütün sırları bu emanetlerde gizliydi çünkü.

Biz telefonları kaldırabilseydik yüzlerimizden ve sahte kimliklerimizle değil, tüm benliğimizle ortaya koyabilseydik varlığımızı o vakit anlardık belki insanın neden ‘eşref-i mahlûk’ olarak anıldığını.

İçimiz dışımızla, dışımız içimizle olmazdı kavgalı…. Çünkü biz bir olmanın çok ötesinde bir yerlerdeyiz artık ve dünyayı idrak etmenin en uzak köşesinde.

Halbuki ashâb-ı kiram gibi o en güzel emanet olan ilahi kelamdan yalnızca üç ayeti okuyarak ayrılabilseydik dostlar meclisinden, belki de hüsrana rıza vermezdik.

Evet, anlayabilseydik sûre-i asrı, aşabilirdik bir türlü aşamadığımız bu asrı.

Öyle ya o sûre-i celile ki, milli şairimizin de dediği gibi içinde barındırır esrâr-ı felâhı:

“Hâlikin nâ-mütenâhî adı var en başı Hak

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak

Hani ashâb-ı kirâm ayrılalım derlerken

Mutlaka sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş bu neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh

Başta îmân-ı hakîkî geliyor sonra salâh

Sonra hak sonra sebât: İşte kuzum insanlık

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık”

                                                                                                                        

               MELİKE SOSLU 

 

*Bu yazım, Eylül 2021'de Genç Safa Dergisi'nde yayınlanmıştır. 


 

16 Ocak 2021 Cumartesi

TOPRAK OLMUŞ HAYALLER

 

Her türkünün bildiğimiz ya da bilmediğimiz bir hikayesi vardır. Her şiirin, her şarkının, her yazının…

Bazen bir kağıt kalem alır yazmaya koşarız, bazense yazılmış olanlarda kendimizden parçalar ararız.

Ama bazı yazılanlar vardır ki, yalnızca kendimize saklarız… İşte Sevgi’nin yazdıkları da öyleydi.

Yalnızca kendine saklamıştı yazdıklarını…Hikayesini, mektuplarını… Onları yazarken bir tek Rabbi duymuştu sesini. Ona bir tek gözyaşları eşlik etmişti.

Sevgi çok sevmişti… Ama öyle geçici bir heves değildi onun sevgisi. Bir kere sevmişti, son kez sevmişti.

Yusuf da onu çok sevmişti, Sevgi’yi… Ama çok sevenlerin kaderi midir bilinmez, onları da bir türlü bir araya getirememişti zaman.

İnsan sevdiğiyle aynı şehirde, yan yana evlerde oturup da nasıl arada kilometrelerce mesafe varmışçasına ayrı kalır ki birbirinden…? Onlar kalmıştı işte.

İkisi de bu durumdan oldukça müteessirdiler.

Defalarca istemişti Yusuf’un ailesi Sevgi’yi… Fakat Sevgi’nin ailesi bir türlü razı olmamıştı bu duruma.

Ama onların nikahını göklerde kıymıştı melekler…

Yıllar geçmişti. İkisinin de sevgisi bir an olsun azalmamıştı.

Gel gör ki Yusuf’un babası oğlunu artık bir başkasıyla evlendirmek üzere karar almıştı.

Yusuf boyun eğmek zorunda kalmıştı babasına. Kabul etmişti etmesine ama daha evlenir evlenmez o şehir dar gelmişti ona. Sevgi’siyle yan yana olup da, yanında bir başkasını görmek katlanılır gibi değildi.

Hem Sevgi’nin yeni bir kardeşi gelmişti dünyaya ve onun adını Yusuf koymuşlardı, bunu öğrenmişti.

Nasıl dayanabilirdi ki bunca şeye?

Gitti Yusuf… Yüreğinde Sevgi’si, ardında eşi Hacer’i bırakıp gitti.

Tam bir yıl dönmemişti.

Kendi içinde aşmaya çalışmıştı bir şeyleri.

Ama olmamıştı, aşamamıştı.

Hacer’e de daha fazla haksızlık etmek istemiyordu.

Çünkü Hacer’in de yaşı küçüktü henüz ve çok güzel bir kalbi vardı.

Öyle ki, eşinin yan komşuları Sevgi ile olan muhabbetlerini biliyor, oldukça saygı duyuyordu.

Günler, aylar, seneler geçiyordu.

Yusuf’la Hacer’in bir bebekleri olmuştu. Kızları…Adı; Sevgi…

En yakınlarındaki isimlerde yaşatıyorlardı sevdalarını Sevgi ile Yusuf…

Biri bambaşka bir yuva kurmuş, öteki bütün kapıları kapatmıştı.

Hacer tüm bunların farkındaydı. Yusuf’u da çok seviyordu. Ama ne onun ne de yanıbaşlarındaki komşu kızlarının bu denli üzülmesine dayanamıyordu.

Bir gün Sevgiyle Hacer yolda karşılaştılar.

Sevgi’nin dolmuştu gözleri yine… Eğmişti başını yere. Hacer durdurdu onu, aldı yüzünü avuçlarının arasına ve gözyaşlarıyla şunları söyledi ona:

‘’Yusuf’la evlenebilirsin. Buna rızam var. Sen onun ikinci eşi olabilirsin.’’

Başını sallayarak, mahcup bir tavırla ayrıldı oradan Sevgi.

O günün akşamı Sevgi’nin kapatmaya çalıştığı kapıları yeniden açmaya çalıştılar.

Ailesi de artık onu vermeye kararlıydı.

İçeride sesler bir anda yükseldi. Mutluluk nidalarıydı bunlar onlara göre… Babası Sevgi’yi vermişti.

Son mektubunu yazıyordu Sevgi odasında… Kalemi elinden düştü, güçlükle son satırlarını da yazıp gözyaşlarıyla ıslanan kağıdı zarfın içine koydu.

Onun adına kararlar verilmiş, kahveler içilmiş, kahkahalar atılmış ve gün bitmişti.

Lambalar sönüyordu bir bir.

Herkes uyumuştu nihayet.

Sevgi’de…

Ama bir fark vardı ki, Sevgi bir daha uyanmamak üzere uyumuştu.

Bir ipin ucunda sallanıyordu hayalleri… Yerde Yusuf’un fotoğrafı ve ona yazdığı mektup…

Ve bir çığlık yükselmişti sabahın ilk ışıklarıyla şehirden: ‘Sevgiiiii….’

Tıraş olan Yusuf’un elinden düşmüştü jilet… Yarım kalmış o haliyle yalınayak sokağa atmıştı kendini.

Sevgi bembeyaz bir gelinlik giymişti.Gidiyordu...

Ve küçük Yusuf, elinde bir mektupla ona doğru koşuyordu.

Mektubu aldı ve koştu Yusuf… Yusuf’un ardında yaşlı gözlerle Hacer…

Koştu ama yetişemedi. Sevgi’si artık toprak olmuştu…

Yığıldı yere, çaresizce. Yüreğinde tarifsiz bir acı, omuzunda şefkat dolu bir el; Hacer’in eli.

Çıkardı sol göğsündeki cebinden Sevgi’nin fotoğrafını ve şöyle dedi Hacer’e:

‘’Ben gidince beni de bu fotoğrafla gömün.’’

Hacer yutkunamamıştı. Ne yapmalıydı, ne söylemeliydi bilmiyordu artık.

Sustu…

Öyle ya bugüne kadar yalnızca susmuştu Hacer… Ağır imtihanlar karşısında Hacer olmuştu o hep… Adeta Safa ile Merve arasında koşup durmuştu yıllarca. Ve yine teslim olmuştu Rabbine Hacerce bir duruşla:

‘’Bunu Allah emrettiyse o bizi zayi etmez.’’

Yusuf… O da hep kuyudaydı aslında ama bu kez sanki en dibine gelmişti kuyunun.

Şehir çığlık çığlığa onun adını haykırıyordu: ‘Sevgi…’

Olduğu yerde açtı Sevgi’sinden ona kalan mektubu…

Okudu, okudu… Okudukça, kuyunun içinde kuyular açıldı, derinlere indi Yusuf.

Derken Sevgi geldi, kızı…O minicik elleriyle sildi babasının gözyaşlarını.

‘La tahzen’ dedi babasına… Ve devam etti ‘innallahe meana’…

‘Üzülme, Allah bizimle beraberdir.’

Sıkıca sarıldı kızına Yusuf…

Ve bir ayeti bastı bağrına : ‘’Ya Rabbi! Bu dert bana iyice dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin.’’

Sevgi, sevdasıyla beraber toprak olmuş, Yusuf’a da sabretmek düşmüştü.

Sabredip, cennette Sevgi’sine kavuşacağı günleri beklemek…

 

NOT: Yaşanmış ve hatta Yusuf için hâlâ devam eden bir hikayedir.

Sevgi’ye Allah’tan rahmet diliyor, Yusuf’a da sabrının sonunda bir vuslat temenni ediyorum.

MEHMET ÂKİF'E MEKTUP

  Erzurum,20.12.2023   Pek Muhterem Milli Şairimiz, Her ne kadar yıllardır sizin şiirlerinizle hemhâl olup, âdeta sizinle konuşuyormuş...