23 Ocak 2021 Cumartesi

ESRÂR-I FELÂH


                                

Esrâr-ı felâh… Kurtuluş yolları…

Peki ama neyden, kimden ve nasıl?

Öyle bir çağdayız ki, her geçen yıl bir önceki yılı arıyoruz. Herkesin dilinde şairin o mısraları:

‘’Ben bu çağdan nefret ettim. Etimle, kemiğimle nefret ettim.’’

Evet bu çağdan nefret ettik.

Her akşam başını yastığa koyduğunda vicdan muhasebesi yapabilenler başta olmak üzere, hemen hepimiz bu çağdan nefret ettik.

Nefret ettik ama bu çağı, bu asrı diriltmek için yeterince çaba sarf edemediğimizden olsa gerek, kıyıya vurdu bebek cesetleri… Kapandı kapıları kutsallarımızın. Kilitler vuruldu yüreklerimize. İşgal edildi iyi niyetlerimiz.

Çünkü biz Allah’ın ilk emrini yerine getiremedik. Okuduk, aştık sandık belki birkaç yolu ama aşıp da taşamadık, ötelere ulaşamadık.

Biz hep bilkuvve var olduk yalnız…Bilfiil öldük.

Halbuki günde beş vakit felâha çağırdı hâlik mahlûkunu.

Biz her çağrıldığımızda aşkla koşabilseydik secdeye; alnımızı yere koyduğumuz her vakit dilimizle değil yalnız, yüreğimizle haykırırdık o tesbîhi: ‘Subhâne rabbiyel alâ-Yüce olan Rabbim her türlü noksan sıfatlardan uzaktır.’’

Biz Allah’tan başkasına boyun eğmemek nedir, öğrenmek isteseydik rükûda dururken omuzlarımız hep dimdik olurdu.

Ve biz, duyurmak isteseydik sesimizi; susmamız bile kâfi gelirdi. Yeterdi avuç içimize damlayan gözyaşlarımızı yüzümüze sürmemiz. İşitirdi derdimizi es-Semî olan.

Biz ‘’ümmetim, ümmetim’’ diye ağlayan Rasulün o iki büyük emanetine, Kur’an ve sünnete, sımsıkı tutunabilseydik dertlerimizin çaresini başka yerlerde aramazdık.

İnsan olmanın, en önemlisi insan kalmanın bütün sırları bu emanetlerde gizliydi çünkü.

Biz telefonları kaldırabilseydik yüzlerimizden ve sahte kimliklerimizle değil, tüm benliğimizle ortaya koyabilseydik varlığımızı o vakit anlardık belki insanın neden ‘eşref-i mahlûk’ olarak anıldığını.

İçimiz dışımızla, dışımız içimizle olmazdı kavgalı…. Çünkü biz bir olmanın çok ötesinde bir yerlerdeyiz artık ve dünyayı idrak etmenin en uzak köşesinde.

Halbuki ashâb-ı kiram gibi o en güzel emanet olan ilahi kelamdan yalnızca üç ayeti okuyarak ayrılabilseydik dostlar meclisinden, belki de hüsrana rıza vermezdik.

Evet, anlayabilseydik sûre-i asrı, aşabilirdik bir türlü aşamadığımız bu asrı.

Öyle ya o sûre-i celile ki, milli şairimizin de dediği gibi içinde barındırır esrâr-ı felâhı:

“Hâlikin nâ-mütenâhî adı var en başı Hak

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak

Hani ashâb-ı kirâm ayrılalım derlerken

Mutlaka sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş bu neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh

Başta îmân-ı hakîkî geliyor sonra salâh

Sonra hak sonra sebât: İşte kuzum insanlık

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık”

                                                                                                                        

               MELİKE SOSLU 

 

*Bu yazım, Eylül 2021'de Genç Safa Dergisi'nde yayınlanmıştır. 


 

16 Ocak 2021 Cumartesi

TOPRAK OLMUŞ HAYALLER

 

Her türkünün bildiğimiz ya da bilmediğimiz bir hikayesi vardır. Her şiirin, her şarkının, her yazının…

Bazen bir kağıt kalem alır yazmaya koşarız, bazense yazılmış olanlarda kendimizden parçalar ararız.

Ama bazı yazılanlar vardır ki, yalnızca kendimize saklarız… İşte Sevgi’nin yazdıkları da öyleydi.

Yalnızca kendine saklamıştı yazdıklarını…Hikayesini, mektuplarını… Onları yazarken bir tek Rabbi duymuştu sesini. Ona bir tek gözyaşları eşlik etmişti.

Sevgi çok sevmişti… Ama öyle geçici bir heves değildi onun sevgisi. Bir kere sevmişti, son kez sevmişti.

Yusuf da onu çok sevmişti, Sevgi’yi… Ama çok sevenlerin kaderi midir bilinmez, onları da bir türlü bir araya getirememişti zaman.

İnsan sevdiğiyle aynı şehirde, yan yana evlerde oturup da nasıl arada kilometrelerce mesafe varmışçasına ayrı kalır ki birbirinden…? Onlar kalmıştı işte.

İkisi de bu durumdan oldukça müteessirdiler.

Defalarca istemişti Yusuf’un ailesi Sevgi’yi… Fakat Sevgi’nin ailesi bir türlü razı olmamıştı bu duruma.

Ama onların nikahını göklerde kıymıştı melekler…

Yıllar geçmişti. İkisinin de sevgisi bir an olsun azalmamıştı.

Gel gör ki Yusuf’un babası oğlunu artık bir başkasıyla evlendirmek üzere karar almıştı.

Yusuf boyun eğmek zorunda kalmıştı babasına. Kabul etmişti etmesine ama daha evlenir evlenmez o şehir dar gelmişti ona. Sevgi’siyle yan yana olup da, yanında bir başkasını görmek katlanılır gibi değildi.

Hem Sevgi’nin yeni bir kardeşi gelmişti dünyaya ve onun adını Yusuf koymuşlardı, bunu öğrenmişti.

Nasıl dayanabilirdi ki bunca şeye?

Gitti Yusuf… Yüreğinde Sevgi’si, ardında eşi Hacer’i bırakıp gitti.

Tam bir yıl dönmemişti.

Kendi içinde aşmaya çalışmıştı bir şeyleri.

Ama olmamıştı, aşamamıştı.

Hacer’e de daha fazla haksızlık etmek istemiyordu.

Çünkü Hacer’in de yaşı küçüktü henüz ve çok güzel bir kalbi vardı.

Öyle ki, eşinin yan komşuları Sevgi ile olan muhabbetlerini biliyor, oldukça saygı duyuyordu.

Günler, aylar, seneler geçiyordu.

Yusuf’la Hacer’in bir bebekleri olmuştu. Kızları…Adı; Sevgi…

En yakınlarındaki isimlerde yaşatıyorlardı sevdalarını Sevgi ile Yusuf…

Biri bambaşka bir yuva kurmuş, öteki bütün kapıları kapatmıştı.

Hacer tüm bunların farkındaydı. Yusuf’u da çok seviyordu. Ama ne onun ne de yanıbaşlarındaki komşu kızlarının bu denli üzülmesine dayanamıyordu.

Bir gün Sevgiyle Hacer yolda karşılaştılar.

Sevgi’nin dolmuştu gözleri yine… Eğmişti başını yere. Hacer durdurdu onu, aldı yüzünü avuçlarının arasına ve gözyaşlarıyla şunları söyledi ona:

‘’Yusuf’la evlenebilirsin. Buna rızam var. Sen onun ikinci eşi olabilirsin.’’

Başını sallayarak, mahcup bir tavırla ayrıldı oradan Sevgi.

O günün akşamı Sevgi’nin kapatmaya çalıştığı kapıları yeniden açmaya çalıştılar.

Ailesi de artık onu vermeye kararlıydı.

İçeride sesler bir anda yükseldi. Mutluluk nidalarıydı bunlar onlara göre… Babası Sevgi’yi vermişti.

Son mektubunu yazıyordu Sevgi odasında… Kalemi elinden düştü, güçlükle son satırlarını da yazıp gözyaşlarıyla ıslanan kağıdı zarfın içine koydu.

Onun adına kararlar verilmiş, kahveler içilmiş, kahkahalar atılmış ve gün bitmişti.

Lambalar sönüyordu bir bir.

Herkes uyumuştu nihayet.

Sevgi’de…

Ama bir fark vardı ki, Sevgi bir daha uyanmamak üzere uyumuştu.

Bir ipin ucunda sallanıyordu hayalleri… Yerde Yusuf’un fotoğrafı ve ona yazdığı mektup…

Ve bir çığlık yükselmişti sabahın ilk ışıklarıyla şehirden: ‘Sevgiiiii….’

Tıraş olan Yusuf’un elinden düşmüştü jilet… Yarım kalmış o haliyle yalınayak sokağa atmıştı kendini.

Sevgi bembeyaz bir gelinlik giymişti.Gidiyordu...

Ve küçük Yusuf, elinde bir mektupla ona doğru koşuyordu.

Mektubu aldı ve koştu Yusuf… Yusuf’un ardında yaşlı gözlerle Hacer…

Koştu ama yetişemedi. Sevgi’si artık toprak olmuştu…

Yığıldı yere, çaresizce. Yüreğinde tarifsiz bir acı, omuzunda şefkat dolu bir el; Hacer’in eli.

Çıkardı sol göğsündeki cebinden Sevgi’nin fotoğrafını ve şöyle dedi Hacer’e:

‘’Ben gidince beni de bu fotoğrafla gömün.’’

Hacer yutkunamamıştı. Ne yapmalıydı, ne söylemeliydi bilmiyordu artık.

Sustu…

Öyle ya bugüne kadar yalnızca susmuştu Hacer… Ağır imtihanlar karşısında Hacer olmuştu o hep… Adeta Safa ile Merve arasında koşup durmuştu yıllarca. Ve yine teslim olmuştu Rabbine Hacerce bir duruşla:

‘’Bunu Allah emrettiyse o bizi zayi etmez.’’

Yusuf… O da hep kuyudaydı aslında ama bu kez sanki en dibine gelmişti kuyunun.

Şehir çığlık çığlığa onun adını haykırıyordu: ‘Sevgi…’

Olduğu yerde açtı Sevgi’sinden ona kalan mektubu…

Okudu, okudu… Okudukça, kuyunun içinde kuyular açıldı, derinlere indi Yusuf.

Derken Sevgi geldi, kızı…O minicik elleriyle sildi babasının gözyaşlarını.

‘La tahzen’ dedi babasına… Ve devam etti ‘innallahe meana’…

‘Üzülme, Allah bizimle beraberdir.’

Sıkıca sarıldı kızına Yusuf…

Ve bir ayeti bastı bağrına : ‘’Ya Rabbi! Bu dert bana iyice dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin.’’

Sevgi, sevdasıyla beraber toprak olmuş, Yusuf’a da sabretmek düşmüştü.

Sabredip, cennette Sevgi’sine kavuşacağı günleri beklemek…

 

NOT: Yaşanmış ve hatta Yusuf için hâlâ devam eden bir hikayedir.

Sevgi’ye Allah’tan rahmet diliyor, Yusuf’a da sabrının sonunda bir vuslat temenni ediyorum.

MEHMET ÂKİF'E MEKTUP

  Erzurum,20.12.2023   Pek Muhterem Milli Şairimiz, Her ne kadar yıllardır sizin şiirlerinizle hemhâl olup, âdeta sizinle konuşuyormuş...