Esrâr-ı felâh… Kurtuluş yolları…
Peki ama neyden, kimden ve nasıl?
Öyle bir çağdayız ki, her geçen yıl bir önceki yılı arıyoruz. Herkesin dilinde şairin o mısraları:
‘’Ben bu çağdan nefret ettim. Etimle, kemiğimle nefret ettim.’’
Evet bu çağdan nefret ettik.
Her akşam başını yastığa koyduğunda vicdan muhasebesi yapabilenler başta olmak üzere, hemen hepimiz bu çağdan nefret ettik.
Nefret ettik ama bu çağı, bu asrı diriltmek için yeterince çaba sarf edemediğimizden olsa gerek, kıyıya vurdu bebek cesetleri… Kapandı kapıları kutsallarımızın. Kilitler vuruldu yüreklerimize. İşgal edildi iyi niyetlerimiz.
Çünkü biz Allah’ın ilk emrini yerine getiremedik. Okuduk, aştık sandık belki birkaç yolu ama aşıp da taşamadık, ötelere ulaşamadık.
Biz hep bilkuvve var olduk yalnız…Bilfiil öldük.
Halbuki günde beş vakit felâha çağırdı hâlik mahlûkunu.
Biz her çağrıldığımızda aşkla koşabilseydik secdeye; alnımızı yere koyduğumuz her vakit dilimizle değil yalnız, yüreğimizle haykırırdık o tesbîhi: ‘Subhâne rabbiyel alâ-Yüce olan Rabbim her türlü noksan sıfatlardan uzaktır.’’
Biz Allah’tan başkasına boyun eğmemek nedir, öğrenmek isteseydik rükûda dururken omuzlarımız hep dimdik olurdu.
Ve biz, duyurmak isteseydik sesimizi; susmamız bile kâfi gelirdi. Yeterdi avuç içimize damlayan gözyaşlarımızı yüzümüze sürmemiz. İşitirdi derdimizi es-Semî olan.
Biz ‘’ümmetim, ümmetim’’ diye ağlayan Rasulün o iki büyük emanetine, Kur’an ve sünnete, sımsıkı tutunabilseydik dertlerimizin çaresini başka yerlerde aramazdık.
İnsan olmanın, en önemlisi insan kalmanın bütün sırları bu emanetlerde gizliydi çünkü.
Biz telefonları kaldırabilseydik yüzlerimizden ve sahte kimliklerimizle değil, tüm benliğimizle ortaya koyabilseydik varlığımızı o vakit anlardık belki insanın neden ‘eşref-i mahlûk’ olarak anıldığını.
İçimiz dışımızla, dışımız içimizle olmazdı kavgalı…. Çünkü biz bir olmanın çok ötesinde bir yerlerdeyiz artık ve dünyayı idrak etmenin en uzak köşesinde.
Halbuki ashâb-ı kiram gibi o en güzel emanet olan ilahi kelamdan yalnızca üç ayeti okuyarak ayrılabilseydik dostlar meclisinden, belki de hüsrana rıza vermezdik.
Evet, anlayabilseydik sûre-i asrı, aşabilirdik bir türlü aşamadığımız bu asrı.
Öyle ya o sûre-i celile ki, milli şairimizin de dediği gibi içinde barındırır esrâr-ı felâhı:
“Hâlikin nâ-mütenâhî adı var en başı Hak
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak
Hani ashâb-ı kirâm ayrılalım derlerken
Mutlaka sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş bu neden?
Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh
Başta îmân-ı hakîkî geliyor sonra salâh
Sonra hak sonra sebât: İşte kuzum insanlık
Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık”
MELİKE SOSLU
*Bu yazım, Eylül 2021'de Genç Safa Dergisi'nde yayınlanmıştır.